Bu bir gezi yazısıdır.
BALKANLAR
Sıddık
DEMİR
Evlad-ı
Fatihan yurdu. Binlerce şehidin ve şühedanın sebil olduğu devrik vatan.
Anadolu'dan onlarca kat devlet imkanlarının harcandığı coğrafya. Destanlarını
yazıp, türküleriyle, nağmeleriyle avunduğumuz kayıp vatan. Emperyal karakteri
olan bir milletin vahşilikten uzak hüküm sürdüğü, nizamsız beldelere nizamı hâkim
kılan, asırlık bir zaman dilimi geçmesine rağmen yokluğu hissedilen hasret.
Medeniyetinin
çekirdeğini oluşturan adaletin evrenselliği, adilane yönetim biçimi mayasında
olan, onun içindir ki asırlardır hükmettiği topraklarda aranılan unsur olması,
küfür ve zulümle iştigal eden bir miras bırakmaması, vasilerinin alnı dik
gururla ziyaret etmelerini sağlamaktadır. Eratından hükümdarlarına varana kadar,
ordunun içinde veya başında alemlere düzen ve nizam götürme ülküsüyle binlerce
kilometre mesafeyi o günün şartlarında pilav yiyerek, Mesnevi okuyarak kateden
ecdadın torunları olarak, klimalı bineklerle türlü türlü gıda depolayarak,
konforlu seyahatle bile zaman zaman bitkin düştüğümüz ziyarette, ecdadın devasa
gayreti ve emeği karşısında insanın idraki, havsalası alamıyor doğrusu. Yeryüzü
iki kişiye az anlayışıyla dünyanın Efendisi bir millet olmak, her topluluğa
elbette nasip olmaz.
Türk-İslam
medeniyetinin insanlığa sunduğu “Adalet” Kelam-ı Kadim emridir. Bırakınız Güney
Balkanları, kuzeyinde dahi bu böyle olmuştur. Polonya halkı arasında “Ne zaman
ki Osmanlı atları Vistül Nehri’nde su içer” veya “Ne zaman ki Türk askerleri Vistül
Nehri’nden atlarını sular” işte o zaman insanca adilane bir yönetime sahip
oluruz” diye hayıflandıkları söylenir durur. Peyderpey de benzeri beyanlar
yapılır “Ne zaman geleceksiniz? Sizi bekliyoruz” gibi beyanlar. Hüdavendigar’ımızın
türbedarının “Evladım bekleniyorsunuz” beyanına şahit olunca gözyaşlarının
pınar olduğu görülür. Ziyaretimizdeki ekipte olan bir tarihçimizin hıçkıra
hıçkıra ağladığı unutulur mu. Aşuk maşuk meselesi…
Derlerdi
ki Osmanlı Balkanlar'da yok. Kimsenin diline, kimliğine karışmamış bu düşünce
doğrudur. Lakin değiştirme ve dönüştürme beklentisi olanlar bunu bir nakısa
olarak görüp başarısızlıkla suçlama cihetine giderler. Mazluma kimlik sorulmaz
anlayışı, adaletin tesisinin gereğidir. Kısa bir gezi neticesinde gördük ki Ecdadımız
Balkanlar'ın her tarafında halen vardır. Bunca izlerin silinmesinden sonra bölge
insanının beyninde müspet bir algı hiçbir zaman silinmeyecek gibi görülüyor.
Sırpların
dışında kalan milletlerin Ecdadımıza bakışını oldukça müspet gördük. Zaten
bütün Balkanlarda Osmanlı yayılmacılığına karşı en önemli direnç gösteren her
zaman Sırplar olmuştur. Kendileri açısından özgürlüklerine düşkün, savaşçı bir
millet olmaları bugün bile bölgenin başını ağrıtacak potansiyele sahip oldukları
belli oluyor.
Şimdi
dokuz devletli bir turdan bahsedelim…
YUNANİSTAN
İpsala
dan giriş yapıldı. Rehberimiz Bahri İsmail adında Makedonyalı bir Türk. Allah
var görevinde tecrübeli orta yaşta Türklük şuuru da yerinde biri. Makedonya'da
Türkler var. Temsilen üç ayrı parti kurmuşlar. Arnavutların kendilerini asimile
etmesinden bahsediyor tur boyunca. Gostivar’da yaşıyor.
İpsala dan itibaren ilk durak yerimiz olan
Kavala'ya kadar çok verimli dümdüz bir arazide seyretmekteyiz. Bölgede İşkece
ve Gümülcine şehirleri görülüyor. Bu yerleşim yerlerinin halkı çoğunluk olmasa
da Müslüman Türk'tür. Nüfus kaydırmaları ve yerleşik hayatın dinamiklerinden
dolayı siyasi olarak zorlu sıkıntılar çekilmiştir.
Yunan
devletinin ısrarla “Türk yok, Müslüman azınlık var” görüşü halen devam
etmektedir. Halkın kendi müftüsünü seçmesi yerine atanan bir müftüye bağlanmasıyla
iki başlı dini hayat devam ettirilir. Üzeri zaman zaman küllenmiş olsa da “Türk
azınlık” tabiri kullanılmamaktadır. Merhum Sadık Ahmet ile başlayan Batı Trakya
meselesi halen vuzuha kavuşmuş değil.
Yunan
devleti, özellikle de siyasileri, Türk düşmanlığı üzerine siyaset yaparlar.
Kıta sahanlığı ve adalar konusu sürekli canlı tutulur.
Kavala'ya
vardık. Osmanlı tarihinde çok önemli bir yeri olan bu belde oldukça gelişmiş
bir liman kentidir. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın şehridir. Kendisi Mısır
valisi iken merkezi idareye isyan ederek Padişahın ordusunu bozguna
uğratmasıyla meşhurdur. Denize nazır büyük bir heykeli dikilmiştir. Kanuni
döneminde içme suyu sıkıntısı çekildiği için vali olarak atanan Pargalı İbrahim
tarafından devasa bir su kemeri yapılır. Şehrin her tarafından görülebilen bu
yapı ecdat yadigarı olarak bugüne kadar gelmiştir. Onca tahriklere rağmen
Osmanlı eserlerinin izleri her yerde görünür.
Şehir
gezisinden sonra ver elini Selanik’e. Rehberimizin anlattığı kadarıyla yetinmek
zorundayız. Hiç yabancılık çekmememizin yanında gezi boyunca dil sıkıntısı da
çekilmedi. Her an bir Türk ile veya Türk kökenli esnafla karşılaşıp derdimizi
anlatabiliyorduk. Bir Türk lokantasına girdik. Kütüphanede Türkçe eserler
Yunuslar, Mesneviler ve diğer… İskece kadar Gümülcine kadar Türk olan Selanik…
Büyük Makedonya’nın baş şehri olan bir liman kenti. Bize ait Hamza Bey camisi
bakımsız içler acısı, TİKA camiye el atmış. Şehrin ortasında ihtişamlı bir kule
yapılanmış. Önemli bir Osmanlı eseridir. Kulenin biraz ilerisinde tıpkı
Kavalalı İbrahim Paşa’nın atlı anıtı gibi, Büyük İskender anıtı limanın süsü
olmuş. İslam alimlerinin bir kısmının Zülkarneyn olabilir dedikleri İskender…
Zülkarneyn Peygamberin en önemli özelliği,
güneşin doğduğu yöne olan savaşıdır. Oradaki Yecüc Mecüc denilen kavim ile
karşılaşması önem arz eder. İskender de Persler üzerine yaptığı savaşta
imparator Darius’u yenip devletini yıkar ve yarım asra yakın hâkim olması
bakımından Zülkarneyn’e benzetilerek odur denilir. 16. Yüzyılda. Osmanlı
sadrazamı Vani Mehmet Efendi, Zülkarneyn'in bütün işaretlerinin Oğuzhan’da olma
ihtimalinin en kuvvetli olanıdır diyerek Zülkarneyn'in Oğuzhan olduğunu ortaya
koyar. Dolayısıyla OGUZ HAN Türk milletine gönderilen ZÜLKARNEYN Peygamber olmuş
oluyor.
Selanik'e
varılır da kurucu devlet adamımız Atatürk'ün doğduğu yer görülmez mi?
Malikanenin bitişiğinde Türk Konsolosluğu bulunuyor. Büyük bir iç hissiyatıyla
devletimizin kurucu liderine beşiklik etmiş bu yapının görülmesinden sonra
meşhur Manastır İdadisi’ni görmek üzere Makedonya’ya hareket ediyoruz.
MAKEDONYA
Selanik'i bir kurşun atmadan teslim eden Tahsin Paşa, Jön Türklerin Sultan aleyhtarlığı, paralel hareket eden Resneli Niyazi’nin Fransa'yı mekân tutmaları aynı zamana rastlar. İşte Resnelinin doğup büyüdüğü yer. Şoförü tarafından öldürülen Resneli Niyazi’nin bu akıbeti dilimize “Pisi pisine gitti Niyazi” deyiminin yerleşmesine sebep olur. Fransa hayranı bir tip. Doğduğu topraklara ve nizama ihanet eden ama o nizamın bekçisi pozisyonunda olan şoförü tarafından ortadan kaldırılan Niyazi. Tıpkı Rus Büyükelçiliği önünde yıllarca faytonculuk yapan Mehmet Efendi gibi. Zamanı gelince ülke aleyhine çalışan Rus elçiyi bertaraf ederek adi bir cinayet süsü veren Sultan Abdülhamid'in “Has kulum” dediği Mehmet Efendi. Göstermelik mahkeme ve verilen cezanın çekilmesi için başka bir şehre kendisinden önce gelen “Has kulum iyi ağırlasın” telgrafı. İşte Devlet…
Mustafa
Kemal’in lise tahsilini yaptığı Manastıra intikal edildi. Manastır, sade ve
küçük bir yerleşim yeri. Manastır İdadesinde okurken Eleni isimli bir ecnebi
kızla aşkı tarihi kayıtlara geçen Mustafa Kemal. Eleni ile yazışmalarını bir
ben hariç bilmeyen yokmuş. Denilir ki Mustafa Kemal iki nedenle okulunu dahi
bırakarak fedakârlık yapar. Biri Eleni, diğeri de Türk-Balkan savaşı için. Bu
derece de samimi ve şuurlu.
Makedonya'nın
en güzel kenti Ohri…
Avrupa'nın
en büyük gölü, etrafını sarmış yemyeşil sarp dağların ortasında uçsuz bucaksız
devasa bir görüntüyle sere serpe serilmiş, seyretmekle doyum olmuyor. Tekneyle
dalalım bağrına dedik…
İddia
edilir ki, Slav kökenli iki kardeş. Bugün yaygın olarak kullanılan Kiril
alfabesinin kurucuları Ohri’de yaşamışlardır. Slav halkı da kayıtsız kalmamış
vefa borçlarını iki dev anıtla ödemişlerdir. Slavların kültür tarihinde çok
önemli mihenk taşı olan bu mucizevi buluş Ortodoks Hıristiyanlık içinde
vazgeçilmez bir kimlik unsuru olduğu belli olmaktadır.
Şehir
içi turumuzu tamamladıktan sonra Ohri Cennet Gölü’nün tam eteğindeki konaklama
yerine geçtik. Gerçekten görülmeye değer, dünya güzeli bir şehir Ohri.
Başkenti
meşhur Üsküp’tür. Milli şairimiz Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü şehir. Osmanlı,
Türk tarihinde de Üsküp’ün önemi en az Saraybosna gibi önemli olup birer Türk
şehirleridir diyebiliriz. Her tarafta Türklük kokusu kendini hissettiriyor.
Onun içindir ki günümüzde bile batılı istihbaratçıların cirit attığı
söyleniyor. Amaçları Türk iktidarını, Türk etkisini kırmak. Bu geziden de
anlaşıldığı üzere asırlardır hüküm sürdüğümüz Balkanlar'da halen unutulmayan,
sevilen, sayılan hatta beklenilen, yer yer de korkulan bir millet olduğumuza,
alnı dik bir şekilde şahit oluyoruz. Üsküp'e varmadan önce Rehber Bahri Bey’in
ikamet ettiği Gostivar’dan Kardelen’e giderken meşhur Vardar Ovasında “Vardar
Ovası” türküsünü mırıldanarak geçiyoruz. Etrafımızda yükselen minareleri ile
Hıristiyan Avrupa'ya höyküren onlarca camili yerleşim alanlarını gururla
seyrediyoruz. Kardelen’in çoğunluğu Arnavut Müslümanlardan oluşuyor.
Balkanlar'ın tamamında İslami izler görülüyor. Nasıl ki Osmanlı’nın karşısında
en büyük direnci Sırplar göstermişse, İmparatorluktan sonra Hristiyanlığın
karşısında en büyük direnci Boşnaklarla Arnavutlar göstermiş olmalı ki biz
Türkler, Müslümanlar, bu kardeşlerimiz sayesinde halen oralarda varız.
Medeniyetler çatışmasından veya saflaşmasında yerimiz belli olmaktadır. Tabii
ki aynı gaye veya aynı endişeleri yüreğinde duyanlar için.
Rehber
Bahri Bey’e göre ise Türkler ricattan sonra azaldığı için bölgede hâkim
Müslüman unsur Arnavutlar kalmış. Türklere yönelik baskıcı bir yaklaşımla tek
Müslüman tipi yaratmaya yönelik kamu baskısı da oluşmuş. Buna karşı direnenler
partileşmiş durumda ve hatta iki milyonluk Makedonya’da üç tane Türk partisi
olduğu söyleniyor. Bahri bey de birinde görevli. Bu bölünmüşlük bize göre
Arnavut kardeşlerimizin işine gelmektedir doğal olarak.
Ve
başkent Üsküp…Şehir, Osmanlı’nın Vardar Nehri üzerinde yaptığı tarihi Taşköprü
ile ikiye ayrılmıştır. Makedonya bağımsızlığını aldıktan sonra AB'den gelen
yardımlarla taş köprünün iki tarafına devasa heykeller ve kamu binaları dikerek
güya modernleşmiştir. Taşköprü'nün karşı tarafında İseviler, bu tarafında
Müslümanlar çoğunluktadır. Bu tarafta olan Mustafa Paşa Camisi’nde vakitleri
eda ederek şehir gezintisine çıktık. Vardar Ovasından, Vardar Nehri’nin
etrafında kurulmuş olan tarihi Üsküp. Bize Türk Üsküp hissiyatını yaşattı.
Etrafındaki dağın adı bile Şar Dağı. Tıpkı Maraş’ın Elbistan ilçesinin
çevresindeki dağların adınında Şar Dağları olduğu gibi. İzler, benzerler çok.
Hatta Üsküp’e intikalden önce Şar Dağları’ndan akagelen büyük bir kanyonu da
görmeden geçemedik. Vardar nehrinin kaynaklarından biriymiş. Yol boyunca uğrak
verdiğimiz ve görülmeye değer bizden bir ibadethane, adı Alaca Cami. Mürşide ve
Mensure adında iki kız kardeşin büyük fedakarlıklarla yaptırdığı cami. Sanat
değeri oldukça yüksek. UNESCO tarafından korunmaya alınmış bir Türk eseri. Şair
Yavuz Bülent Bakiler’in Üsküp’ten Kosova’ya isimli kitabında da bu belde deki
Türk izleri ve ruhunu anlatan çok güzel notlar bulunur. Devletimizin bu
bölgelerde ricatından sonra baskı altına alınan Müslümanlığın Tekkeler
vasıtasıyla tutunduğu bir gerçeği ortaya koyar. Tıpkı Ekim devriminden sonra
kendini yer altına çekerek İslam’ı yaşatan Tekke veya Tarikatların
mücadelelerini anlatan Alexander adında bir yazarın” Sufi ve Komiser” kitabında
anlatılan gibi. Tarikat ve cemaatlerin sürekli aleyhinde olanların kulakları
çınlasın. Bütün Balkanlarda Bektaşi dergahlarıyla ayakta kalan İslam. Bu
ruhtur ki şehrin zirvelerine dikilen ve hemen her yönde görülen Haçın yanına
özellikle Müslüman Arnavut kardeşlerimizin diktiği aynı büyüklükte ve aynı
yerdeki Minare yapıları, “sen varsan bende varım” demektedir. Medeniyetler
çatışmasının işaret fişekleridir bunlar. Tıpkı Sovyet yayılmacılığı etkisinde
kalan bazı gençlerin örgütlenmesine karşı tepki olarak doğan Ülkücü denilen
gençlik gibi. Haç dikilmese tepkisel bir görüntü elbette olmazdı. Ama beşer
kıyamete kadar bu farklılık için mücadele verir ve vermiştir. Amerikalı Samuel P. Huntington “Medeniyetler Çatışması” eserinde bu konulara ışık tutar.
KOSOVA
Nerede
olsa karşıma çıkar bir kanlı ova, sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova…
M. Akif Ersoy
Başkenti Priştine ve iki milyona varan nüfusuyla Müslüman Arnavutların hâkim olduğu bir coğrafya. İç siyasette birbirlerine karşı takıntılı olsalar da dışa yönelik Arnavut milliyetçiliğinin tavizsiz hüküm sürdüğü bir evlad-ı fatihan yurdu. İslam ne yazık ki bütün Arnavutluk’un dini değil. Hıristiyan Arnavut kökenliler de az değil. Priştine içi geziyi hemen kenar muhitte bulunan ziyaretgah için feda etmez miyiz. Evet, işte huzurundayız…
I. Kosova seferi Murat Hüdavendigar’ın makamı,
Tuza çökmüş yoz gibi büyük birer duygu selinin temaşası bile insanın göz
pınarının faaliyete geçmesine vesile oluyor. Nadide ekip arkadaşlarımızdan Emin beyin, tarihçi
kardeşimiz Nesim Bey’in, Yozgatlı Abdülkadir ve Sinan bey’lerin makam
karşısında tavırları olması gereken gibi, tamamen duygusallığın baş gösterdiği
doğallık. Torunlarının kadirşinaslığının temaşası dahi o güzelliğe
değer. Yenilgiye tahammül edemeyen Miloş isimli bir Sırp komutanın kahpece
saldırısında duasındaki akıbete uğrayan koca Sultanın iç organlarının bulunduğu
mekân aha da burasıdır. TİKA denilen, medar-ı iftihar kurumumuz buraya da el
atmış. Gereken tadilatları yaptırmış. Yalnız burası değil, dünyada ne kadar
bize ait ayakta duran izler varsa TİKA orada olmaktadır.
Kapıda
halen türbedarlık yapan bir ihtiyar kadın herkesin dikkatlerini çekmektedir.
Kendini Özbek kökenli olarak tanıtan Saniye teyze, buranın ilk türbedarı Hacı
Ali Buharalı’nın kim bilir kaçıncı kuşaktan torunudur. Büyük büyük atasının
mezarı türbeye girişin sağ tarafındadır. Saniye teyze bir yönüyle iki ulu
kişiye hizmet etmektedir. Gözleri bizleri görmekten ve Anadolu Türkçesiyle
bizlerle konuşmaktan çok mutmain. Maşallah anlatıyor da anlatıyor. Defalarca
ellerinden öperek sarılıyoruz anamıza. Ayrılırken bu ihtiyar kadın anamız
konuşmasını kesiyor ve “Ne zaman geleceksiniz? Bu topraklar sizi bekliyor.”
diye söyleniyor.
Kosova'nın
ikinci büyük kenti Prizren’e hareket ediyoruz. Prizren halkının büyük çoğunluğu
Türk nüfusa sahip. Onun içindir ki Türkçe resmi dildir. Sinan paşa camisi ve
camiye bağlana köprüler ile sarp bir kaleye sahiptir. Sinan Paşa Camisi’nde
huşu ile kılınan namazdan sonra halen açık olan Halveti dergâhını ziyaret
ettik. Tam bir Türk şehri. Sokak çeşmelerinden dahi akan buz gibi sular. Sinan Paşa
Camisi çok bakımlı olmasına rağmen bir arka sokakta yani Maraş mahallesindeki Bayraklı
Camisi aynı büyüklüğüne rağmen bakımsız gördük. İnşallah TİKA’nın dikkatini
çekmiştir. Kosova'nın sınırları tamamen karadan oluşur. Denize açık tarafı
yoktur. Arnavutluk ve Kosova devletinin halkının tamamına yakını Arnavutlar dan
oluşur. Küçük bir yüzde teşkil eden Sırplar Kosova'nın yumuşak karnıdır. Onun
içindir ki Enver Hoca'nın Arnavutluk’u ile şimdiki Kosova birbirinden ayrı
düşünülemez. Adriyatik ve İyon denizinin Kosova'dan itibaren kuzeye doğru uzun
bir kıyısı olan Karadağ, Arnavutluk ve hatta Hırvatistan, deniz yoluyla nefes
alan ülke durumundadır.
kahramanları İskender Bey’in anıtları göze çarpıyor. Bilindiği gibi Osmanlı müesses nizamında Hıristiyan veya gayri İslam çocukları ailelerinden alınarak yönetici sınıfın eğitildikleri Enderun denilen mektepte yetiştirilir ve Müslüman yapılırdı. Bu mektepte yetiştirilen kadrolar devleti yönetirdi. Padişah hariç alt kadrolarının yetiştiği okul Enderun’du. Onun içindir ki zamanla büyük hata yapan vezirlerin başı vurulurdu. Devlet ancak böyle ayakta uzun müddet yaşardı. Her başı vurulan devlet adamlarının tahribatı, yerine oturanlar tarafından telafi edilir ve kan ve kin davası olmazdı. Çünkü Enderun’dan gelen ve kökü kömeci olmayan kadrolardı. İstisnalar hariç müesses nizam böyleydi. İşte Arnavutluk’un milli kahraman olarak gördüğü İskender Bey de bir Enderun mezunu Osmanlı bürokratıydı. Zamanla Hıristiyan bir aileden devşirilerek Devlet-i Ali’nin Enderun’da asimile edildiğini anlayınca, kendini yetiştiren devletinin karşısına çıkarak isyan eder. Kendi kimliğine rücu ederek devrin Sultanı Fatih'e zor anlar yaşatır. Tabii ki tek sebep kimlik sorunu değildir. Arnavutlar Balkanlarda Sırplar kadar gözü kara ve savaşçı bir millettir. Sırplardan farkı inatçılıklarıdır. Anadolu insanı bile bu kavmi “Arnavut inadı” diye hatırlar. Bugünkü Türkiye'mizde dahi gerek Arnavutlar gerekse Boşnaklar nüfus bakımından önemli yer oluştururlar. Kendilerinin de Yahudilikte olduğu gibi üstün özellikleri olduklarına inanırlar. Hatta öyle ki hazreti Peygamberlerin bile Arnavut olabileceğine dair göstergeler görülebilir. Başat kavim hastalığı iflah olmaz miktardadır. Ama Allah var balkanlarda İslami değerlerin koruyucu ve kollayıcısı durumunda oldukları görülmektedir. Evet, İşkodra’nın Arnavutluk’ta bizim görmemiz gereken yer olarak seçilmesi bundandır.
İşkodra’dan
kuzeye doğru deniz manzaralı temaşada doyumsuz zevkle seyrederken bir küçük
devlet olan Karadağ gümrüğüne giriyoruz. Yaklaşık 600.000 nüfusa sahip
Karadağ'ın önemli turistik yerlerini kale ve katedrallerini gördük. Tabiat
yemyeşil, alçak yerler sularla kaplı tam bir liman kenti olarak inşa edilmiş
yerleşim alanları, sanki cennetten bir parça dedikleri kadar var. Venedik ve
Ceneviz’lerin yaşam kentleri, onların kurduğu tarihi şehirler. Hele Kotor
denilen turistik beldenin orijinal değerleriyle Adriyatik denizine karşı
heybetli duruşu... Ayak bastı parası vererek Kotor’a giriyoruz. Dağın eteğine
kurulu batı deniz kıyısı, doğusu yalçın dağlar fakat o da ne? Doğudan
gelebilecek tehlikeye karşı uzunca surlar. Kime karşı Türklere karşı. Venedikler
kurdukları şehri yani Kotor’u Osmanlı'dan korumak için çok ciddi surlar yapmışlar.
Buna rağmen Türkler işte burada! Türk
inşaat firmalarının diktiği modern binalarla Türkler Avrupa’nın her yerinde
varlar. Kotor insanı Türkleri sevmediğine dair göstergelerde görülmüyor değil.
İkinci
önemli liman kenti Budva’dır. Kotor gerçek bir Hıristiyan kültür merkezidir.
Birden çok kilisesinin yanı sıra kalesi, minaresi ve çarşaf gibi yemyeşil bitki
örtüsüne inat masmavi denizi görmeye değer.
HIRVATİSTAN
Karadağ'dan
gecelik konaklamadan Hırvatistan’a geçtik. AB ve Şanghay üyeliği olan 40
milyonluk nüfusa sahip bu devlet, Adriyatik denizi boyunca Slovenya’ya kadar
denize kıyısı var. Bütün Balkan devletleri gibi coğrafya yeşil ile maviden
oluşmaktadır. Deniz mavisi olmayanında deniz gibi ırmak ve gölleriyle aynı
görüntü oluşur. Su bakımından oldukça güçlü kaynakları olan bu bölgeye yaratıcı
çok bonkör davranmış görünüyor. İlk uğrak verdiğimiz yerleşim alanı güzel mi
güzel derli toplu Dubrovnik kentidir. Başkenti Zagrep’tir. Dubrovnikte Yozgatlı
Kadirimizi kaybettik. O günden sonra rehberin “tamam mıyız arkadaşlar” hitabı
üzere Yozgatlının koltuğuna bakılır oldu. O varsa devam komutu üzerine harekete
geçildi…
BOSNA-HERSEK
Aliyev,
örnek bir Müslüman, bilge bir lider, mücadeleci bir kişilik, daha önemlisi vefalı
bir evladı neslihan nesli… Asırlardır yaşayan efsane olmayı hak eden bir Balkan
Türkü, bir Boşnak Müslüman…Biz ne kadar Türk isek oda O kadar Türk, O ne kadar
Boşnaksa bizde o kadar Boşnak’ız demek yerinde olur herhalde.
Kendisine
ait “Türk öldü deseler tabuta da konsa, mezara konulup üzerine toprağı atılmadıysa
biz ümidimizi kesmeyiz” sözleriyle vefasını gösteren merhum İzzetbegoviç’in
mütevazı mezarının başında vefalı Türkleri görmek, bu duruşunun abartılmayışına
işarettir. Hüdavendigar’ımızın başındaki duygu seliyle aynı atmosfer göstermiş
oluyor ki, kalpten kalbe köprüler atılmış bir bütünün balkanlardaki diğer
yarısı Aliyevimizin temsil ettiği zihniyettir. Medeniyetler çatışmasında bugün
Gazze neyse dün de balkanlarda Bosna odur. Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna.
Buram buram Türklük kokan şehir. Atalarımızın çok emek verdiği cennetten bir
parça olan şehir. Yollar, hanlar, hamamlar, çarşılar, sokaklar ve
ibadethaneleri ile bizim bir parçamız olan şehir. Kültürümüzün kimliğini birçok
izlerini koruyarak yaşatan şehir. Ta kuruluşunda emeği olan İsa Beyimizin, Gazi
Hüsrev ve Rüstem beylerimizin şehri. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan
olaya şahit olan şehir. Dünya kış olimpiyatlarına ev sahipliği yapan şehir
Saraybosna. Bizden olan bizim olan gönlümüzde tarihimizde olan şehir. Seni
görmek her Türk’e nasip olur inşallah.
Henüz
Saraybosna’ya varmadan yol boyunca özellikle kolonizatör Türk dervişlerinin
otağ kurduğu mekanları da ziyaret ettik. Alperenler tekkesi, Bektaşi tekkesi,
Halveti tekkesi olarak bilinen yerleri gezdik. Gerek Poçitelli köyündeki
Alperenler tekkesi gerekse Bektaşi tekkeleri görülmeye değer. Bu özelliklerin
başında Cizvit papazları gibi mekân tutarak fütüvvet yapmışlardır. Dişe diş,
göze göz dercesine misyonerlerin yayılmacılıklarına bu şekilde karşılık veren
ve bölgede fetih alt yapısı oluşturan Türk-İslam Dervişleri yani Alperen’leri Türk
İslam’ın bekası için bu zorluğu talip olmuşlardır. Bu kültürün, bu ülkünün
mirasçıları, birkaç kişi hariç, vermiş olduğunuz mücadelenin farkındayız. Müsterih olun, benim milletimin medeniyet
taahhütü yüreklerde döllenmektedir. Prototürkler, Sakalar, Etrüskler ve hatta
bunlar kadar nizamlı ve idareci kuşaklar eksik olmaz. Bir bakmışsın,
üzerimizdeki külleri atmak için silkelenmiş poyraz olmuş, kasırga olmuşuz.
Delmişiz Romanın kalbini kim bilir? Zaten korku da bundandır.
Ve MOSTAR
Bosna
Hersek'in Mostar şehrinden geçen Neretva nehrinin üzerine yapılmış bir köprü.
16 asrın başlarında Mimar Sinan’ın öğrencilerinden mimar Hayrettin tarafından
yapılmıştır. Bu şehrin halkının çoğunluğunu Boşnak Müslümanlar oluşturur. Sanki
Anadolu’da var olan bir Türk-İslam şehri. Bütün izlerimiz bariz bir şekilde
yaşamaktadır. Adım başı Osmanlı camileri, çarşıları ve Mostar Köprüsü olmak
üzere diğer köprüler. Nehirden 25 m yükseklikte bir o kadar mesafede 4 m eninde
UNESCO tarafından korunan ecdat yadigarı bir eser. Denilir ki bu köprü mimar
Hayrettin tarafından üçüncü defa inşa edilir. İlk iki inşasında yıkılan köprüyü
üçüncü defa yapar ve bölgeyi terk eder. Gittiği yerde gelenden gidenden haber alır
“Köprü ayakta mı?” sorusuna “ayaktadır.” cevabı onu yüreklendirir. İşte bu
köprü Yugoslavya’nın dağılımı üzerinde yapılan savaşlarda Hırvatlar tarafından
vurulur. Unesco'nun korumasında olduğu için savaş sonrası ödenek oluşturulur
TİKA tarafından aslında uygun bir şekilde yapılarak Mostarlılar’ın hizmetine sunulur.
Açılışına Sayın Cumhurbaşkanımız bizzat iştirak ederek Ecdat yadigârının tekrar
ihya olmasından nasibimizi almış oluruz.
Bütün
Türk varlığına ve bütün Bosna Hersek Fatihanlarına selam olsun diyerek ülkeden
ayrılıyoruz. Rehberimizin tamam mıyız? Komutu üzerine Yozgatlı Kadir Bey’in
koltuğuna gözler dayanarak hareket ediyoruz. Aliya İzzetbegoviç ve onun
davasında çoğu bir haber olarak cıvıl cıvıl yaşayan Boşnak kardeşlerimize muhabbetlerimi
sunarak yola revan oluyoruz.
SIRBİSTAN
Balkanların en şedit en yaramaz milleti Sırplardır. Saraybosna'da Birinci Dünya Savaşı’nın ilk kıvılcımını yakan bir Sırp gencidir. Kolay kolay kabına sığmayan, Avrupa'nın en kavgacı milletidir. Kiril alfabesi hüküm sürer. Dolayısıyla ezici çoğunluk Ortodoks mezhebindendir. Başkenti Belgrad’dır. Ecdadımızın sürekli sefer yolu üzeri olan bir tarihi kenttir. Meşhur İstiklal Caddesi'nden indik doğruca kaleye intikal ettik. Kaledeki Osmanlı eserleri göze çarpıyor. Yerel rehberimizin anlatımına göre Fatih Sultan Mehmet’in girdiği veya henüz giremeden yaralanıp geri döndüğü kapı. Burasını anlatırken Sırp rehber gururlanıyor gibi bir vücut duruşu sergiliyor. Aynı vücut dilini Osmanlı padişahının hiç kurşun atmadan şehrin anahtarını kendi komutanlarına teslim etme figürünü gösterirken de yapıyor. Ama uzun dönem Türk atlarının nal sesi altında yönetilen sınıfta kalmalarından hiç söz etmiyor.
Belgrad
kalesi çok büyük ve önemli stratejisi olan yerde inşa edilmiş. Şehrin korunmasında
deniz gibi su taşıyan nehirlerin savunmayı güçlendirdiği görünüyor. Arkada iki
büyük nehir Tuna ve Sava. Sava'nın Tuna'ya karışarak oluşturdukları potansiyel
görülmeye değer. “O zaferler getiren atların nalları altındaymış gidişleri
akına, gelişleri akındanmış.” Deyişinde ifadesini bulan mana, Tuna Nehri
boyunca atlarının ayaklarının değmediği topraklardaki akıncı ceddimizi
anlatıyor.
Kaleden
tekrar İstiklal Caddesi’ne…Osmanlı'dan kalan tek yapı Bayraklı Camisi imiş.
Bayraklı Camisi'ni ziyaret ederek gereken yapılıyor. Ters istikamette olan
birden çok kiliseler de görülüyor. Nitekim işlek bir cadde üzerinde Antepli
Yahya ile Maraşlı Bünyamin’in işlettiği kardeşleri Nesrinin servis yaptığı Türk
tipi çaylardan ikramlarda bulunuyoruz. Görüldüğü gibi dilsiz de olsa bir Türk
özellikle ecdadımızın interne alanında kaybolmaz.
Nihayet, BULGARİSTAN
Asırlardır
hamiliğini yaptığımız bu devlet diğerlerine göre payitahta bir taş atımlık
mesafede olan devlettir. Nitekim Ortodoks Hristiyanları olmaları aynı mezhep
mensubu Rusların da tarih boyu ilgi alanı olmuştur. Ruslar Sırplarla aynı
kökenden gelir. Bulgarlarla yalnız din bağı vardır.
Buraya
kadar olan gözlemlerimiz Güney Balkanlarla ilgilidir. Plevne’lerin,
Estergonya’ların bulunduğu coğrafya kuzeyde kalmıştır. Macaristan, Romanya,
Polonya gibi ülkelerin ayrı bir turla görülmesi gerekiyor. Asırlardır
hegemonyamız altında kalan Bulgaristan’da onlarca ayakta kalması gereken
yapılardan yalnızca birkaç tanesinin günümüze ulaşması şahsımı bayağı
hayıflandırdı. Halbuki Osmanlı Anadolu’dan katbekat Balkanlara hizmet
götürmüştür. Hanlar, hamamlar, köprüler, su sarnıçları, ilaveten de camiler bol
miktarda varlığı bilinmesine rağmen izler silinmiştir. Gezdiğimiz devletlerin
içinde Türkler’in en çok yaşadığı ülke Bulgaristan’dır. En az milyona varan
Türk varlığı zaten bilinmektedir.
Rus
general Aleksandr Neski’nin yaptırmış olduğu kilise Balkanlarda Ortodoksların
yaptığı şahane bir eser. Türk varlığı olarak ana cadde üzerinde minaresi yükselen
Kadı Mahmut Camii yer almaktadır. Cemaatle kılınan akşam vaktinin edasından
sonra hemen karşısında bulunan bir Türk lokantasını da ziyaret ettik.
Evet
dokuz ülke gümrüğünden geçerek ülkemize avdet etmek üzere Sofya’dan ayrıldık.
Saatler sonrası ufukta görülen nazlı hilalin oluşturduğu heyecanla Kapıkule'ye
gelmiş olduk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder