31 Aralık 2016 Cumartesi

SÖYLEMEZSEM OLMAZ (Sanatçı Nihat Doğan’a) - Eğitimci, Araştırmacı-Yazar: Sıddık Demir

SÖYLEMEZSEM OLMAZ!..
                            (Sanatçı Nihat Doğan’a)                                         
Sıddık Demir
            “Eğer kanımla yükselecekse Peygamber’imin dini
            Durmayın ey kılıçlar doğrayın beni.” (Fatih Sultan MEHMET)
            Beyaz tv de Sanatçı Nihat Doğan “Söylemezsem olmaz” programında Fatih Sultan Mehmet’ e ait olduğunu beyan ettiği yukarıdaki dizeyi ifade de bulundu. İlk defa duydum. O söylediği için de aksi ispat olmadığından doğruluğuna inanmak durumundayız. Bu söz hakikaten tamda Fatih Sultan Mehmet’ e göre, onun Din ve Dünya algısına yönelik dizelerdir. İlk defa duyduğum için etkilendiğim bu dizeyi şahsım başta olmak üzere izleyicilerine hatırlattığı için Sayın Nihat Doğan beye ne kadar teşekkür etsek azdır.
            Yine ki ‘Söylemezsem olmaz’ Ömür Varol’ un moderatörlüğünü yaptığı bu programda sanatçı Nihat Doğan daimi programcı olarak bulunarak bütün müncer atı ile kendini ifade edebilme fırsatını bulmuştur. Magazin basında bütün sanatçılarla ilgili haber yapılır. Hemen ifade edelim ki bu haberlerle, bu asparagas habercilikle, bu yalan yanlış görüntülerle Sanatçıların veya popülist kişilerin gerçek kişiliklerini veya karakterlerini yakalamamız mümkün olmaz. Ama bu asparagas haberlerde hareketle o Sanatçılara iman eden taraftarları veya hayranları bir hayli çok olur. ‘Çamur at izi kalsın’ anlayışı bu anlamda birçok Sanatçı popülistleri rezil de eder. Toplum içine çıkamaz hale gelir, İleri geri tepkilere maruz kalırlar. Hatta bir kısmı açmadan solarlar.
            Basının imansızlığı böyle çok örneklere zemin hazırlamıştır.  Linç etme olayı.  Adamdan Allah korkusu,  ahlaki namus ve daha önemlisi vicdani muhasebe yoksa elinde de her hangi bir sosyal medya köşesi veya haberlere imza atma gücü varsa, ‘Kork Allahtan korkmayandan’ misali Sanatçılar çok sıkıntı çeker.
            İşte bunlardan biridir sanatçı Nihat Doğan. Benzeri alçaklıklara maruz kala kala çelikleşmiş bir duruş oluşturmuş. Ömür Varol’un söylemezsem olmaz programında son derece güzel ifade tarzı ile yerli ve kâmil duruş şekli zincirleri kırmaya yetmiştir. Sanatçılar genellikle Halit Ergeç gibi ya gezici olurlar ya da popülist, makyevelist, vitrine oynayan, gayrı milli görüntüler içine girmeye can atarlar. Zaten bu Ülkede Devlet ile Halkın, yani sivil toplum örgütlerinin çatışmasında Devletin zulüm kar tavrına etki eden bu gayrı milli Sanatçıların etkisi büyüktür.
            Yani sosyal barışın geç zuhurundan bu kesimin sorumluluğu çok büyüktür.  Milletin sırtından köşeyi dönen bu Sanatçılar, sırtında köşeyi döndüğü Milletin değerleriyle sürekli kavga yapmayı Sanatçılığın bir gereği zannederler. Nihat Doğan gibi yerli ve milli olanları bir şekilde dışlarlar. Dışlamak bir tarafa linç ederler. Tamamen ekalliyetlerin yönlendirdiği bir avuç ama son derece etkin olan bu zümreler tıpkı kanser hücresi gibi hep yayılma ve etrafı kaplama karakteri taşır.
            Has bel kader, yakınlarına uğrayan, şans eseri içlerine giren gerçek Sanatçılara yaşama hakkı vermezler. Yine ki söylemezsem olmaz programında kendini özgürce ifade eden Nihat Doğan’ı tanıdık.   Adamcağız Sanatçı kimliğinin dışında kültürel duruşu ve yorumu ile concon tabakasından ne kadar farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
            Bu ne derinlik, maşallah!
            Allah senden razı olsun Nihat Doğan kardeşim. Yorumlarınla, o yüreğinin sıcaklığı ve samimiyetinle takdire şayansın. Sen ne güzel bir adammışsın be kardeşim. Tıptı bir Sosyal Bilimci gibi tahlillerin, tıpkı bir Allame gibi analiz ve tespitlerin inan ki milyonlarca insanın yüreğine su serpmektedir. Kamuoyu Sanatçıların çoğunun entelektüel anlamda bir birikintilerinin olmadığına inanır. El hak doğrudur. Bu kanaati sen yıkmaktasın kardeşim, berhudar ol ve çok yaşa.  Allah sayınızı arttırsın. Dominant olmanız gereken günlerin yakınlığını temenni ederim. 
              “Eğer kanımla yükselecekse Peygamber’imin dini, durmayın ey kılıçlar doğrayın beni.”

26 Aralık 2016 Pazartesi

OPERASYONEL DEVLET & Sıddık Demir, Eğitimci, Araştırmacı, Gazeteci - Yazar

OPERASYONEL DEVLET
                    Sıddık Demir
            2000’li yıllara kadar “Yurtta sulh Cihanda sulh” hapını yutan Devlet, bir türlü başını kaldırarak sınırları dışındaki gelişmelere odaklanamadı. Başını NATO devletlerinin çektiği dünya siyasetinde kendine özgü bir pozisyon geliştiremedi. Oysa bulunmuş olduğu coğrafyada tutunabilmek için imparatorluk mirasına sahip üç milletten biridir. Rus, Acem  ve  Türk.
            Rusya’nın kendine özgü gücü, kuvveti ve sınırları belli. Bizim de içinde bulunduğumuz Uluslararası birliktelikler bu Devlete boyun eğdiremedi. Halen de öyle, müstakil duruşuyla dünya da hatırı sayılan noktadadır.  İran’a gelince, Rusya kadar olmasa da Dünya da varlığını en bariz bir şekilde hissettiren Devlet. İmparatorluk mirası bu Devletleri müstakilleştirmiştir. Kendi çapında onurlu duruşları varlıklarının kabulü anlamı taşıyor. Bu iki Devlet, uluslararası hiçbir pakta üye veya ortak olmadıkları halde dimdik ayakta olarak en azında kendi coğrafyalarında oyun kurucu olarak bulunmaları dünyanın Efendilerinin oyunlarını bozmaktadırlar.
            Aynı mirasa sahip TÜRK Devleti, neredeyse bir asra yakın “Yurtta sulh Cihanda sulh” hapını yuttuğu için bugün varlığımıza kast eden Efendi milletlerin saldırılarına karşı potansiyelimizin yetersiz oluşu gailelerimizin büyümesine sebep olmaktadır. Bu dayatmalar eziklik refleksi oluşturmuştur. Devlet Adamlarımız, kılı kırk yararak hesap kitap ederken, diğerleri yıllardır kurguladıkları hücreler vasıtası ile sonuç almaktadırlar. Vekâlet savaşlarında istihbarat servisleri kendi Devletleri lehine savaşırken biz de daha yeni dışarıya yönelik operasyon yapma yetkisi verilmiştir.
            Bölgemizde kıyamet kopmaktadır. Kan gözyaşı ve bilumum savaş görüntüleri sınır içi ve sınır dışında gözlerimizin önünde sürerken birkaç yıl önce verilmiş olan operasyon yetkisi neye yarar. İran yaklaşık yarım asra yakın bu bölge de Hizbullah adı altında İsrail’e veya onun desteklediklerine karşı mücadele verirken Türkiye sanıyorum aynı hapın etkisindeydi. Bu bölgelerde istihbaratları kurumsallaşan Devletleri söküp atmak kolay değil. Beşer Esed’i ayakta tutan Rusya değil İran’dır. Halep’ in düşmesi Hizbullah’ın başarısıdır. Hizbullah İran’ın bu bölgelerdeki kurumsallaşmış halidir.
            İsrail’e karşı savaşında her Müslümanın sempatisini kazanan, gelinen nokta itibari ile Perslik ruhunun inkişafından başka bir şeye hizmet etmedikleri görülmektedir. İran açısından bu çok başarılı bir durumdur. Ayrıyeten ‘Haşdi Şabi’ adı altında Irak’ta kurumsallaşma meselesi zaten içler acısıdır. Ya Ülkemiz bu coğrafya da ne durumdadır. Hani yutturmuşlardı ya hapı, vurdumduymaz haldeydi ya hep, NATO ile hareket edecekti ya, kraldan fazla kralcı olmuştu ya…
            Allah razı olsun başımızdaki liderimizin bu gidişata dur demesiyle, adeta anasından emdiği sütü burnundan getirircesine çok yönlü hedeflere mazhar olduk.  Kolay mı yeni şeylere başvurmak. Kolay mı yıllardır uyutulmuş kurumları uyandırarak aktifleştirmek. Bölgede ‘Ben yoksam kimse de olmamalı’ anlayışına odaklanmak kolay değil elbet.
            Zoru başarmak için neye mal olursa olsun bütün imkânlar seferber edilmelidir. Cesur ve konjonktürel bir lidere sahip olmamız bu Milletin şansıdır. Yıllardır noksanlıkları hissedilen Devlet anlayışımız muvacenesinde yeni gelişmeler, yeni müdahaleler yapılmaktadır. Şu an itibariyle bahsettiğimiz coğrafya da Türk Devletinin binlerce uyuyan hücreleri olmuş olsaydı, bombalar İstanbul, Ankara veya Kayseri’de patlayamazdı. Türk istihbaratı bu namert savaşın metodunu uygulamalı. Yalnız bilgi toplayarak savunma yapılmaz, taarruz yapılmalıdır. En iyi savunma taarruzdur. Bunun için malzeme o kadar bol ki…  İran mezhepçi yaklaşımla ‘Man kur’t ordusu oluşturmuştur. İmparatorluk mirası çerçevesinde aynı kanda, aynı mezhepte, ölüme hazır insanların devreye sokulması acili yet arz eder.
            Bu çerçevede oluşturulan hücreler vasıtası ile içlerine sızarak sabotaj yapılamaz mı?  PYD’nin veya DEAŞ’ın Suriye de sabotaj okulu olduğunu bizim istihbaratımız bilir bilmesine ama gereğinin yapılmadığı yönde endişeler yerini koruyor. Ülkemizde bombalar patlatılarak moral değerlerini zayıflatanlar misliyle karşılığını görmelidirler.
            Bu Devletin serdengeçtileri yok mu? Neden bu mihraklar bulunduğu yerde bozguna uğratılmaz. PKK’nın,  PYD’nin ve hatta DEAŞ’ın lider takımları aynı sabotajlarla ortadan kaldırılamaz mı? Bu Milletin yekûnu bunu beklemektedir. Ancak külfete talip olmakla vazife yerine getirilmiş sayılmaz.
            Ankara ve diğer yerlerde patlama olur da Tahran da, Bağdat’ta, Şam’da ve hatta batı Devletlerinin kimi yerlerinde insanlar nasıl huzurlu olur. Kalleşçe yönteme karşı usul bu olmalıdır. Bundan daha kötüsü olamaz. Onun için çek şu Apo’nun ipini ve batıdaki lider kadrolarının peşine tak birer Abdullah çatlı.  Bir gün bunlarda olacak ümidi ile kamu vicdanı rahatlamayı bekler. 

15 Aralık 2016 Perşembe

EKRANDAKİ ÇELİŞKİLER - Sıddık DEMİR

EKRANDAKİ ÇELİŞKİLER
                     Sıddık Demir
             Ülkücü ÖMER, “Işığın kuzeni” diyor...
En az 50 yıl öncesi uyanış hareketi öncülerine üç beş yıllık dilimize giren ve piç bir kelime olan ‘kuzen’ söyletilince dil endişesinden dolayı bu konuyu seçtim. Üstelik sağın lider takımlarının oturdukları binaların üstünde veya hâkim oldukları alanlarda “Bağımsız Türkiye“ yazısını da görünce bu kadar da dikkatsizlik olmaz dedim. Bilen bilir, solcuların hâkimiyeti altındaki mekânlarda bu sloganlar olurdu. Onların kullandıkları sloganların başında gelirdi ‘Bağımsız Türkiye’ sloganı.
            Bir başka çelişki ise MTTB ile yeni teşkilatlanan Ülkü Ocakları mensupları arasında nüans farkı ileri aşamada kendini nasıl gösterecek acaba diye düşünülmektedir. Mesut UÇAKAN’ın samimi bir Ülkücü olduğu biliniyor. Merhum Necip FAZIL’ın görüntüsü MTTB’de olması ne kadar doğalsa FETÖ tiplemesini ora ile ilgili konumlandırılmasının oluşturacağı algı ne kadar yerindedir. Merhum ERBAKAN Hocanın görüntüsü MTTB’nin demirbaşı gibi sunulması realiteye ne kadar uygundur.
            Öyle ya da böyle MTTB dönemi itibari ile insan yetiştirilen bir ocak olduğu, nüans farklılığından dolayı ayrışmaların engellenemediği bilinir. Kendi içinde bile yeniden ‘Milli Mücadele’ adı altında ana gövde oluşturulmak istense de siyasette yıldızı parlayan liderlerin apartarak güçlendirdikleri ‘Akıncılar ve Ülkücüler’ tarafından sönük bırakılarak miadını doldurmuştur.
            ‘SEVDA KUŞUN KANADINDA’ ilgi ile takip edilmektedir. O döneme damga vuran şahitlerin şahsında olaylar işlenirken hiç ilgisi olmayan kişi ve mekânların işin içine getirimci amacıyla girmemesine dikkat edilmelidir. Derin yapılanmanın unsurları tarafında ortadan kaldırılan MTTB’ li Arif ÜNLÜ’nün gerçek anlamda karşılığı bilinmek istenir ama ilk Ülkücü şehit diye sahip çıkılan Süleyman ÖZMEN’in de Ülkü Ocaklarıyla ilgisi olmayan Mücadele Birliği üyesi olduğu pek bilinmez. “İNSA GELECEKTE YAŞAR” adındaki anı kitabinin yazarı Prof. Turan GÜVEN hocanın Prof. Seyit Mehmet ŞEN’ i tanık göstererek bu duruma açıklık getirmektedir.
            Muradımız odur ki;
            Sinema ve dizi yapan müteşebbisler bir devri anlatırken belgesel olmasına dikkat çekecek görüntülerin işlenmesi lüzumuna inanmalılar. ‘ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ’ tv dizisinde de yakın tarihimiz işlenmiştir. Öyle bir yanlılık, insafsızlık kendini göstermiştir ki seyirciden ciddi tepki almıştır. Ama yine de karşı tarafı yok sayan bir tekdüze siyasi figürler ve kesik kesik verilen dava anlayışları yeni kuşaklara yönelik mesajlar. Adeta sütten çıkmış kaşık misali solcu tiplemeleri idealizm adına evlerimize servis yapmaları rahatsız edici görüntülerdi.
            Mesut UÇAKAN yapımı ‘SEVDA KUŞUN KANADINDA’ dizisinde daha objektif kurgular, her biri o dönemi yaşamış insanlar ama yine de karşı tarafı yok sayan tek düze siyasi figürler ve kesik kesik verilen dava anlayışları, yeni kuşaklara verilen mesajlar, adeta sütten çıkmış kaşık misali solcu tiplemeleri idealizm adına evlerimize servis
başta olmak üzere bütün ideolojik farklılıklar, büyük fotoğrafa bakılarak işlenmesi çok yerinde ve kucaklayıcı bir tavırdır. Solda Atilla İLHAN ve Kemal TAHİR perspektifini yakalamış, hatta daha da ilerisinde bir ufuk, Millet için lazım olan birlik ve beraberliğimize kast eden merkezlerin ipliğinin pazara çıkarılması olayı. Hangi cephede bakılarak hangi sermaye ile desteklenen böyle projelere imza atanların getirisinin de hesabı profesyonel yapımcılığın gereğidir. Saptırmalar veya aşırı abartılar o yapının ciddiyetine zarar verir.
            Mesela ;’YEDİ GÜZEL ADAM’ tv dizisi uzun bir süre TRT1’de yayımlandı. Bu yapımın senaristi filmin tutması için çok zorlandığı görüldü. ‘Mavera dergisi’ etrafında dolaşarak kendi Ülküleri doğrultusunda kültürel çalışma yapan yedi edip ve şairin hayat hikâyeleri ve etrafındaki olaylar anlatılırken seyircilerin burun kıvırdıkları sahneler çok olmuştur. Hani derler ya “Yağmur Yağsa Yaş, Dövüş Olsa Taş Görmez” aynen böyle bir durumda olan yedi kültür adamını senarist kavganın tam merkezine alarak bir yığın fiziki mücadelenin yapıldığı zemine sürmüştür.
            Bildiğimiz kadarı ile yok böyle bir şey.
Erdem Beyazıt’ın, Cahit Zarifoğlu’nun, Abdülkadir İnan’nın, Nuri Pakdil’in ve Özdenören kardeşlerin verdikleri kavga dizidekiler ile nasıl ilintilendirildi. Doğrusu yapımcı sayın TEZCAN’ın zorlamasıdır. Bu yedi güzel adamdaki yedi kişinin kavga ile gürültü ile işleri olmayan kendi inançları doğrultusunda bir Türkiye özlemi duymaları dışında on iki eylül öncesi büyük kavgada hiç mi hiç alın teri görülmeyen zevatlardır. Bu halleri ile elbette ki kültürel bir kavgaları olmuştur velakin başkalarının vermiş olduğu kavgayı ve çekmiş oldukları eza ve cefaları bu modellere mal etmek haksızlıktır.
            ‘Diriliş Ertuğrul’ da ki Doktor Kemal TEKDEN’in ve yapımcısı Mehmet BOZDOĞAN’ın hassasiyeti bu alanda ki proje sahiplerine ilham kaynağı olması temennisi ile. 

7 Aralık 2016 Çarşamba

ŞEHZADELER ŞEHRİNDE İKİ GÜN - Sıddık Demir

ŞEHZADELER ŞEHRİNDE İKİ GÜN
Sıddık Demir
            Türk tarihinde o kadar önemli bir şehir ki Manisa anlatmakla bitmez. Kuru bir tarihi anlatış olan resmi ağızlarla zaten Manisa’nın önemi anlaşılamaz. Cihan Devleti’ne Cihan büyüklüğünde lider yetiştirilip transfer edilen yerin adıdır Manisa. Stratejik konumu ve zengin bitki örtüsü ile her kesimin dikkatlerini üzerine çeken bir beldedir Manisa. Mana hükümranlığı ile Dünyevi Hükümranlığa giden yolların kesiştiği ve aynı Ülkü için aynı hedeflerin kollandığı beldedir Manisa.
            Bilirdik, duyardık, okurduk ama bu iki gün zarfında üzerinde küllerin atıldığı bilgilendirme veya görme ile yeniden Devlet derinliğine beşiklik eden bu beldenin canlanması misyonu bizi kendisine hayran bırakmıştır. ‘Saruhan sancağı’ olarak da bilinen bu beldenin asırlık hafızasının yeniden yaşanmasına vesile teşkil eden bu gezimizin mükemmel bir organizasyonla taktim edilmesinden memnun kalmayan olmadı. Umulanın çok üzerinde ilgi ve iltifatla iki koca günün dolu dolu geçirilmesi bizleri bahtiyar etmiştir.
            Devlet’ de devamlılık esastır. Kırılmalar olsa da, yeni adlarla yeni Devlet’ler gibi gösterilse de asli unsurun yani Devleti kuran halkın aynı halk olması o Devlet’in tekliğine helal getirmez. Selçukludan Osmanlıya,  Osmanlı’ dan Türkiye Cumhuriyetine, Türkiye Cumhuriyetinden bilmem  hangi Türk Devlet’ine yelken açılır da bunlar bir bütünlük içinde değerlendirilmez.  Değişmeyen Milet’tir.  Zaaflar nedeniyle, basiretsizlikler nedeniyle kurulu Devlet’in yıkılacağı gibi onu güçlü ve dimdik ayakta tutmaya matuf çalışmalar sayesinde yeryüzünün Efendisi Devlet yapma gayreti de aynı mayanın aynı kanın gereği olmalıdır.
            Yani bu zaman vetiresinde bir tüccar gibi iflas da zenginlik de tıpkı kardeş gibi her an olabilme riski veya şansı oluşması ne kadar doğalsa, Devlet geleneği, Devlet kültürü mayasında olan bir Millet’inde gerek Efendi gerekse zelil durumuna düşmesi tarihin kanunudur. Teşkilatlı yapılardan zaaflar başlayınca gerileme veya iflas, aynı yapılarda zaaflara yer verilmeden Devlet olma ilkelerine kurumsal anlamda önem verilirse zengin tüccar örneğinde olduğu gibi uzun dönem yaşar. Çünkü Devlet denilen unsur da canlı olup bedeni vardır, ruhu vardır. Doğar,  yaşar, büyür ve azametli bir güç olur. Zamanla inişe geçer iflas eder. Bütün bunlar tarihin kanunudur ve mimarı İnsan’dır.
            İşte bu duygular doğrultusunda “Enpolitik” Yazarları olarak Saruhanlı sancağı ziyaret edilmiştir. ‘Ol mailer ki Derya içredürlerde Derya’yı bilmezler’ diyen Şair Nabi’nin bu deyişinde ifadesini bulan görünümlere rağmen, kendi nefsim başta olmak üzere misafir olarak gelenlerin nezdinde bu duyguların hissedilmesi bir vakıadır. Sadaret makamına giden yol ile Mana Sultanlığın hükümranlığına giden yollara bu şehirde ‘vira bismillah’ denmesi Rabbani bir tasarruf olarak da yorumlanabilir. 
            Mevlevilik eğitim ve öğretiminin en güzel örneğinin yaşandığı ‘İnsan-i  kemal atın’ olması için çok önemli kriterlerin uygulandığı, nihai hedef olarak nefsi tezkiye noktasına ulaşıldığı an da Konya’ ya Hükümdar olarak gönderilen ‘Kamil insanla aynı benzerlik arz eden ‘Dünyevi hükümranlığın’ nihai kendini gösterme yeri olarak bu belde, bu yönüyle ne güzel hizmetlere beşiklik etmiştir. Tarih buna şahittir. İşte dünkü ‘Saruhan beyi ve çocuklarının ve hatta torunlarının’ bu anlamda taşıdıkları bilumum sorumluluklar, bugün itibari ile Selçuk ÖZDAG beyin omuzlarında görülmektedir. Öyle ya dün en az yedi Şehzade’nin Saruhan sancağında sorumlu ve meşgul bir şekilde boy göstererek Devlet’in varlığını hissettirmesi bugün itibari ile Sayın Selçuk ÖZDAG ve diğer Devletlilerin şahsında görünmektedir.
Bu bir yarıştır, bu bir hizmettir. Demek ki insanın yaşatılması Devletin yaşatılması demektir. İnsanımız var olduğu müddetçe bir takım görüntüler değişse de, bir takım sorumluluklar ve sorumlular değişse de Devlet değişik ad altında yaşatılacaktır. Dün Şehzade Mustafa’nın Saruhan sancağındaki rolü bugün Selçuk ÖZDAG tarafından sahnelenmektedir. Bir fark vardır; o da, Celal Bayar’dan sonra Saruhan, Devlet Başkanı çıkaramamaktadır.
Selçuk Bey bu anlamda şayet ‘Erken öten horozun başı kesilmezse’  ilerisi gelebilir mi bilinmez ama dostlarının temennisi bunu arzulamaktadır.
            Organizasyon da emeği geçenlerin başında bir Ali ODABAŞI kardeşimiz var ki aman Allah korusun. Büyük bir sorumluluk bilinci ile serin ve sıcakkanlılığı ile hemen her misafirin ilgisini ve sevgisini celbeden bu kardeşimize bu vesile ile teşekkür etmeden geçmeyi noksanlık olarak görürüz.
            Durmak yok, devam....

29 Kasım 2016 Salı

EKALLİYET REFLEKSİ VEYA CHP & SİSTEM ARAYIŞLARI - Eğitimci, Gazeteci - Yazar: Sıddık Demir

EKALLİYET REFLEKSİ VEYA CHP
     Sıddık Demir
            Devletin yaşında devlet gibi bir parti CHP…
Görülen tablo itibari ile Türk siyasi tarihinde değişmeyen tek partidir CHP. Nice isim altında nice partiler kuruldu ama hepsi bir noktada siyasi tarihimizin derinliklerine intikal etti. Evet, CHP’yi Atatürk kurdu ama ilk değişimi İnönü ile yaşadı. İnönülü CHP yalnız ilkeler bazında değil ruh kökeni anlamında da değişti. Siyasette takiyyecilerle bu değişim yaşandı. Bu değişimden sonra bir daha ‘değişmemek’ bu siyasi partimiz için kronik bir hal alarak adeta kurumsallaştı.
            İnönü’nün küçümserce yaklaştığı ‘milli ruh’ çoğunlukla takiyyeci siyasilerle temsil edildi. Yani çift kimlikli, kraldan fazla kralcı görünen kadrolar. Sürekli söylemlerine sakız yaptıkları  ‘devrimci sol’ kulpu da eklenince tadından yenilmez oldu. Adında ‘halk’ olan bu parti istisnai duruşları hariç sürekli asli unsurla kavgalı oldu. Bu kavga zamanla onları hırçınlaştırdı. Halen bu kronik yapı devam etmektedir.
            Halk işin farkında olduğu için bunlara fırsat vermedi, halen de vermemektedir. Bu hal, bu CHP’yi tabiri caizse zıvanadan çıkarmaktadır. İktidar olmaları demokrasinin kesintiye uğramasıyla olmuştur ancak. Her halde provokasyonlara bağlamıştır bütün umudunu. Normal yollarla iktidar olamayan bu kadro ancak ihtilallere umudunu bağlamaktadır.
            Şöyle geçmişe bir bakacak olursak bu hep görülür. Onun içindir ki ‘başkanlık’ sistemine karşıdır. Tek nedeni budur. Yani parlamenter sistemde, sistem veya siyaset sıkıntıya girdiği zaman, zinde kuvvetlerinin oluşturduğu olağanüstü durumlar neticesinde iktidar şansı yakalama fırsatı bile zor göründüğü halde başkanlık sisteminde CHP’nin ipi göğüslemesi sittin Allah görünmemektedir. Umutsuz vakıa…
            Yüzde yetmiş sağ seçmen profilinin değişmediği bir seçmen inisiyatifinde CHP’ li bir yönetimin olması düşünülebilir mi? İşte ciyaklamasının sebebi budur. Bu sistemin iyi veya kötü olmasından ziyade, zaten seyrek görülebilen iktidarın tadı, ancak rüyalarını süsleyen iktidar olma hevesi, başkanlıkla tamamen noktalanacağı için hırçınlaşmaktadır.
            Devletle beraber aynı yaşta olan bu parti ve zihniyet olarak değişmeyen kadroları, gelinen nokta itibari ile ekalliyetlerin karakterini yansıttığını asli unsur görmüştür. Bugün ki CHP ile dünkü CHP hep aynıdır. Dillerindeki devrimciliğin tarifi onlar için aslında statükonun taa kendisidir. Sağ kadrolar dururken devrimcilik CHP ye mi kalmıştır. Bu tespiti solun teorisyeni İdris Küçükömer’de söylemektedir.
            Bu kadroları oluşturan insanlarda hiç zihniyet değişikliği olmaz mı? Bu kadar mı beton kafa durumundadırlar. Dünya değişiyor. Çevremizdeki her şey, canlı cansız, zaman karşısında doğal değişime tabi olduğu halde bunlar nasıl değişmez. Her türlü musibet, her türlü gayri millilik, her türlü ekalliyet refleksi tıpkı tapınak şövalyeleri gibi çok kimlikli ve sinsi bir şekilde bu kalede saklıdır.
            Ne demek ‘seçimle gelen seçimle gitsin’. Siz değil miydiniz dokunulmazlık kalksın diye yıllardır avaz avaz bağıran. Siz değil miydiniz suça karışan ‘vekillik’ dokunulmazlık altında dahi olsa rahat etmesin diyen. İşte sizin de oyunuzla dokunulmazlık kalkmıştır. Suça karışan üstelik vatana ihanetten her bir ‘vekilinin’ onlarca yenip yutulacak cinste olmayan suçlara gark olmuş HDP’ lileri ilk savunan, ilk eylem ortaya koyan, şu an için siz değil misiniz?
            CHP; Cumhuriyetle yaşıt devlet partisi. Atatürk ün partisi ne hallere düştü bak hele. Onun ruhu anıt mezarda nasıl rahat eder bilinmez. Türk devleti bahtı kara maderini korumak için sınırımızdaki olaylara kayıtsız kalmadan, gücünün üzerinde bir performansla oyunları bozarak oyun kurmaya çalışırken, paçasına sarılarak dibe çekmeye çalışan CHP, siyaset mi yaptığını sanıyor. Bu milletin, bu melamet siyasetten haberdar olmadığını mı zannediliyor.
            Gerici CHP, statükocu CHP, her türlü ekalliyeti bağrında büyütüp yetiştiren CHP. Bütün bu siciline rağmen birde iktidar olmayı hedeflemez mi! Olamamanın hırçınlığı onu hop oturtup hop kaldırmaktadır. Özellikle yeni tartışılan sistemin kabulü halindeki umutsuzluğun getireceği sıkıntı, CHP’yi halden hale sokacaktır. Engellemek için belki de HDP gibi bölücülerin dahi aklına gelmeyen tedbirler alacaklardır. Dikkatli oluna.
            ***
SİSTEM ARAYIŞLARI
    Sıddık Demir
            Yıllar vardır ki bu ülkede hüküm süren parlamenter sistem bir türlü kamu vicdanını siyasi anlamda rahatlatamadı. Çok partili sistemde halkın iradesi gerçek anlamda parlamentoya yansımadı. Seçilmişler iktidar fırsatını bir yakalayınca sıkıntılı bu yapının değişimi için kıllarını bile kımıldatmadılar. En güçlü oldukları dönemde dahi es geçilmiştir. İktidarı ve muhalefeti ile bu konu tartışılmaya dahi açılmadı. Avrupa Birliği denilen kurumun dahi her konuda talebi olduğu halde bu konuyu yokmuş gibi telaki etmesi, ideal anlamda halk iradesinin önünü alma kaygısından başka bir şey olmadığı pek görünmez.
Neredeyse bir asra yakın zamandır sistem, her on yılda bir akamete uğramasına rağmen apar topar toparlanarak yeniden işlerlik kazandı. Oysa sistemin değişmesi için daha sağlıklı bir arayışı sorgulayan ne bir önerge ne de bir benzeri eylem ortaya konulmadı. Partiler kanununun demokratlaşması halinde Millet iradesinin meclise daha çok yansıyacağı aşikâr olduğu halde hiçbir parti, ister muhalefet ister iktidar olsun böyle bir teşebbüste bulunmadı.
Neden?
            Çünkü parti kurmaylarının işine geliyordu da ondan. Liderlerin saltanatlarının hesap verme eğilimine zemin hazırlamak demek kendi iplerini kendileri kesmektir de ondan. Makama bir kere oturmaya görsünler, en bildik anti demokratik yolları kullanarak orada kalmayı beceremiyorsa gülünç duruma düşüleceğine inandıkları içinde ondan.
            Benzeri tavırlar liderleri otoriterleştirdi. Ondandır ki hiçbir lider bulunmuş oldukları makamı kendileri arzu etmediği müddetçe -şayet olağanüstü bir şey olmazsa- terk etmez ve etmediler. O halde ne yapmak lazım. Yasalarla bu işi düzenlemek gerekir diyeceğiz ama yine başa dönmüş olacağız. Zaten bu konu yasalaşmış olsa söylenecek söz kalmaz.
            Postacı kapıyı bir defa çalar derler. Tam fırsat, bu fırsat, on beş yıla yakın Ülke’yi başarılı bir şekilde yöneten bu siyasi kadronun ve karizmatik liderinin bir takım ihtiras ve hırslarından arınmış olmalılar ki, sistem değişikliği programını ülkenin gündemine taşımışlar. Bu bir fırsattır. Siyasilerin ittifakla veya çoğunluğunun uzun mütalaaları neticesinde, parlamenter sistemdeki gibi değiştirmekten zorlanılan mini hataların dahi olmaması için bu fırsat değerlendirilmelidir.
            Bu sistemde kamuyu ilgilendiren en önemli arıza, tek başına iktidar olacak oyun alınmaması halinde, aleni horoz kavgası gibi bitmez tükenmez sürtüşmelerle yönetimde zafiyetin zuhur etmesidir. Koalisyon hükümetlerinin Ülke kalkınmasında zafiyetleri bilindiği için bu algı psikolojik olarak ortada durmaktadır.
            Hal böyle iken ister başkanlık olsun, ister başka bir sistem fark etmez, yeter ki koalisyonlara mahkûm olmadan halkın iradesinin tam olarak yansıtıldığı demokratik, sosyal, hukuk devletinin inşası tesis edilsin. Azınlığın hukukunun korunarak çoğunluğun iradesinin temsil edildiği veya edileceği bir sistemin adı ne olursa olsun, önce bu ülkeye iktidar olsun.
            Öbür yandan;
            Ülkede ki seçmenin demografik yapısı gündemde ki başkanlık sistemine çok uygundur. Başkanlık sistemi bildiğimiz kadarıyla iki kutuplu bir sistemdir. Çoğunluğu alan parti iktidara gelir ve ülkeyi yönetir. Bu noktada da ‘başkanlık’ sisteminin alt yapısı hazır demektir.
            Velhasıl demem odur ki, Ülkemizde siyasetin kaynağı olan halkın seçmen profili başkanlık sisteminde olduğu gibi iki kutupludur. Sol ve sağ. Seçmen olarak  %30-35 arası sol,  %65-70 arası sağ profili yansıtmaktadır. Dolayısı ile başkanlık sisteminin alt yapısı seçmen bazında zaten bir asra yakın böyledir. Bu yapının bir an önce yasal anlamda sistemleşmesi, bahsi olunan seçmen profili nezdinde çok rahat kabul göreceğini şimdiden söyleyebiliriz.
            Her şeyin hayırlı olması dileğiyle

17 Kasım 2016 Perşembe

BAŞARI STATÜKODAN DEĞİL DEĞİŞİMDENDİR - Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık Demir

BAŞARI STATÜKODAN DEĞİL DEĞİŞİMDENDİR
        Sıddık Demir 
             Hani derler ya ‘değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’ İnsan ve onun çevresindeki her şey kendisiyle beraber değişmeye müsait yaratılmıştır. Değişmemek veya değişmediğini iddia etmek fıtri değildir. Zaman karşısında tutunabilmek, yaratılan hiçbir objenin karı değildir. Zaman akarken bir şeyleri öğütür un gibi, ama bir şeylerin oluşmasına da vesile olur.
Bu döngüye karşı durmak veya durduğunu zannetmek abeste iştigaldir.
            Öyleyse;
            Bu anlamda fikirlerde, mekânlarda, cemiyetlerde, bireysel anlamda liderlerde değişir ve değişmelidir. Bu hal ‘Değişimin’ tek değişmeyen gerçek olduğuna inanan insanın olgunlaşmasına katkı sağlar.  Kamilleşmek istemeyen bir insan düşünülemez. Ama teoride böyle, oysa kör kütük betonlaşmış bir iradeye hizmet eden irade sahipleri, değişimin değişmeyeceğini, donmuş bir buz kalıbı gibi tasavvur edilebileceğini söylercesine bu anlayıştan istifade edemezler.
            Edebiyatlarında ‘Biz böyle gördük, böyle bilir, böyle yaşarız’ söylemleriyle ne kadar delikanlı olduklarıyla övünürler. Kendi aptallıklarını itaat kültürü gerekçesiyle yüceltirler. Değişmeyen  ‘Değişim’ anlayışı doğrultusunda, başka dengeler içerisinde yer alan bu şekilde farklı kulvarlarda hizmete yeltenenlere en ağır ithamlarda bulunularak rahatlamayı dava adamlığı zanneden ahmaklar acınacak hallerine gülerler.
            İşte Zombilik budur.
 Zombiliğin kahramanlıkla karıştırıldığı veya dava adamlığı zannedildiği bu rezil durumun hâkim olduğu dönemlerde, o aile, o cemaat veya o millet marazi hastalığa düşmüş demektir. Betonlaşmış inanmışlığın parçalanması atomun parçalanmasından daha zordur. Netice itibariyle muasır olan her türlü gelişmeden, her türlü değişimden gerek kendini, gerekse mensubiyet duyduğu Millet’in mahrum olmasına veya ayaklarına paranga vurulmasına sebep olur.
            İş işten geçtikten sonra değişime veya gelişime kapı aralansa da nafile. Bir defa açık ara geri düştüğü akranların horlamasına, küçük görülmesine ve kullanılmasına zemin hazırlamış olur ki şikâyetlerin hiçbir anlamı kalmaz. Partizanlık da böyledir.  Yenilikler partizanlığa zarar verir. Aşırı taassup, içine kapanmış lığa sebep olur ki iktidarı göğüsleyemez. Oysa bir partinin kuruluş felsefesi iktidar olarak hizmet etmektir. Uzun dönem iktidara ulaşamayan partililerden birçoğu inatla varlığını devam ettirirler. Nereye gitseler bir kapalı alanı dolduracak taraftarları olur. Zannederler ki o salondaki taraftarlar o ekibi iktidar yapmaya yeter de artar bile.
            Bir örnek verecek olursak;
            Rahmetli Yazıcıoğlu’nun elim bir kaza veya suikast sonrası boşalttığı Genel başkanlık yarışında genel başkan aday adaylarının da içinde bulunduğu bir toplantıda kendi potansiyellerini hiç görmeden talip oldukları makamı dillendirdiklerinde “Rahmetlinin karizmatik adına ve gece gündüz çalışmasına rağmen yüzde biri aşamadı. Onunla yola çıktığımızda birçok insanın yaşı otuz civarındaydı. Şimdi ellinin üzerine çıkmalarına rağmen bu partinin oy oranı halen aynı, hiç kıpırdamadı. Hadi diyelim ki sizlerden biri bu koltuğa oturdunuz, hangi değişimle, hangi plan ve projeyle bizleri bir sonraki seçimde iktidar yapacaksınız. Yoksa yüzde birlik bir oyun muhafaza edilmesi için bir yirmi yılımızı da sizinle mi geçirmeliyiz?” denildiğinde süt dökmüş kedi misali mahcubiyet içerisine girdikleri görülür.
            Onca güzel kadrolar bu ısrar üzerine harcanmıştır. Serbest bırakılmış olsalardı bugün Ülkeyi yöneten lokomotif siyasi ekip içerisinde gereken sayıda hakkıyla yerlerini alırlardı. Bütün Ülke insanını kucaklayıcı Osmanlı ruhu daha güçlü inkişaf ederdi. İlliyet siz bir tertip olan 15 temmuz kalkışmasına belki cesaret edilemezdi.
            Gelinen nokta itibariyle Sayın Bahçeli’yi daha iyi anlamaktayız. Muhalefet edeyim derken Ulusalcılarla aynı safta görünme siyaseti tek zaafı olmamış olsaydı ne Millet’ten tokat yerdi ne de özde Türkiye sevdası Ülküsü zarar görürdü. Gezi olaylarına kadar bu kalem sahibi de kendisini ve siyasetini birtakım mahfillerde sert olarak eleştirmiştir. Bizim değişimimizde gerçeği görmemize neden olan birtakım kırılmaların yaşanması gerekiyordu. Yeni Türkiyede, yeni politikalar çerçevesinde bir aydın sorumluluğuyla yeni vaziyet almamız gerekliydi, aldık elhamdülillah.
            Devlet Bahçeli ve partisi de aynı değişimle yeni Türkiye’nin yanında yer almıştır. Ulusalcılarla aynı kampta siyaset yapması cezalandırılmıştır. Değişimin gerekliliği farz olmuştur. Partisini birtakım donkişotlardan korumuştur. Aynı Donkişotlar kendi iktidarları için değişim isteseler de bu değişim olmayıp statükoya davetiye çıkarmaktır. Bu incelikleri görebilmek de marifettir. 

4 Kasım 2016 Cuma

COĞRAFYANIN İNTİKAMI, Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık DEMİR

COĞRAFYANIN İNTİKAMI
    Sıddık Demir
            Böyle şey mi, olur mu denebilir.
            Olur, olur hem de bal gibi olur.
            Sınırlarımızda dönen oyunlar karşısında bugün ki siyasi otoritenin kararlılığının tam karşıtı bir tavır sergilenirse o zaman coğrafyanın intikamı nedir, görülür. Mesele erken uyanmaktır. Geç kalkmak bile bu intikamın zuhurunu engelleyemez. Bu iş böyledir. Tarihte hep görülür. En iyi savunma taarruzdur.  Bekle gör, politikası İnsanı da, Devleti de rehavete iter. Nerede hareket orada bereket vardır. Bunca yıldır sayısı milyona varan ordunla övün, gerektiğinde kullanamayacaksan bu övünmenin ne anlamı kalır. Tabi ki macera yoktur. Devlet aklına güvendiğimiz için böyle yazarız. Allah’ın Resulünün övgüsüne mazhar olmuş bir milletin ordusundan bahsediyoruz. Sıradan laf etmiyoruz. Yeri ve zamanında gereken yapılmazsa o makamları küstürürüz. Onların kırgınlıkları coğrafyanın canlanıp gırtlağımıza çökmesi ile sonuçlanabilir. 
            15 Temmuz kalkışması gösteriyor ki bu Millet olgunlaşmıştır. Maya tutmuştur. Millet gücünü siyasi iradeye yansıtmıştır. O halde ataletten sıyrılmak mecburiyeti de kendini daha güçlü göstermektedir. Devlet yetkilileri bunun bilincindedir artık. Biz olmadan asla veya ‘durun kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak’ diyen bir anlayışla yedi düvelin dikkati çekilmektedir. Suni bir takım yapılarla iş tutmak mecburiyeti olan Emperyalist devletler, asli unsurla ve güçlü yapıların gönlünde taht kurmuş Türk milletinden rahatsız olmaları kadar doğal ne olabilir. Kartal dalışı gibi güneye bir saldırınca ikinci Merci dabık zaferinin kazanılması gibi bahtsız Musul’umuz da bu atraksiyonu bekler.  Devlet kararlı, adı var kendi yok vesayet savaşları ile işi götürmeye çalışan canı kıymetli bu karmaşık oluşumların hesapları bu kükreme karşısında bozulmuştur.
            “Kıbrıs diye bir meselemiz yok” diyen hariciye vekiline “Hoca o ne biçim laf, bizim Kıbrıs diye bir meselemiz var” diyen rahmetli Menderes’in dediği gibi bizim Kerkük, Musul, Mercidabık, Halep gibi davamız ve gereğini kararlılıkla yapacağız diyen bir Devlet Başkanımız var elhamdülillah. Bu Millet yıllar vardır ki hep böyle ‘Devlet ricali’ bekleyip durmuştur. Tarih tekrar yazılacaktır. Şu an itibariyle verilen veya verilmek istenilen mücadele böyle bir şeydir.
            Rahmetli Menderes, General Cavit Kara belen ve yardımcısı Albay İsmail Tansu tarafından kurulan ve eğitilen TMT (Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı)’nın güçlenmesi ile Uluslararası konu ile ilgili oturumlarda eli güçlendiği için oyunları bozmuştur. Sayısı üç beş derken, bin iki bin ve nihayetinde kısa bir zaman sonra on beş bine kadar çıkan TMT mücahitlerine güvenerek gereğini yapan Menderes gibi ‘Ninova Bekçileri’ ile beraber Musul’un içinde uyuyan hücre denilen onlarca hücreye bağlı binlerin bir işaretle harekete geçeceği hesabı, buna bağlı olarak Türk, Türkmen, Kürt, Arap ve bilumum Sünnilik kaygısı taşıyan yerel dinamiklerin büyük çoğunluğunun güvendiği dağ Türkiye ve Türk ordusudur. Hele hele Başkomutanla verilmiş olan güven bir başkadır onların nezdinde.
            Öyle ya Allah akıl vermiştir. Birazcık akıl edenler, bölgede güven adalet ve huzurun sağlanmasına muktedir tek gücün bu güç olduğunun farkındalardır artık. Fitne ve ayrıştırıcı çalışmalar bütün modern teknolojinin unsurlarıyla bulunsalar bile Türkiye’nin o bölgede gücüne güç yetirmeleri mümkün değildir.
            Yetkililerin “Ya olacağız, ya olacağız başka yolu yok” kararlılığı gittikçe daha da oyun bozmaya devam edecektir. Güç mü var, teknoloji mi var, asker mi var, yerel destek mi var. O var bu var şu var. Geriye helva yapmak kararlılığı, o da var. O halde haydi Türkiye gazan mübarek olsun.
            Bütün bunlara rağmen helvayı ortaya çıkarma kararlılığına gölge düşmesi bile coğrafyanın intikamına sebebiyet verir ki, aman Allah korusun.

24 Ekim 2016 Pazartesi

COĞRAFYANIN ZORLADIĞI YÜKÜMLÜLÜK: “MUSUL” - Sıddık Demir

COĞRAFYANIN ZORLADIĞI YÜKÜMLÜLÜK: “MUSUL
  Sıddık Demir
İngiliz siyasetinin kararlılığı, kurnazlığı ve 1945 dönemi Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin zaafiyeti sayesinde elimizden çıkan Musul…
            1926 da terk ediş.  Ordumuzun geri çekilmesi için yine İngilizler tarafından ödenen yolluk sterlinler. Referandum şartıyla kabullenmek mecburiyetinde kalma durumu. Referandum tarihine ramak kala Diyarbakır- Ergani merkezli çıkarılan Şeyh Sait isyanı. İçeride bu belayı def etmek üzere verilen mücadele.
            Yeni sınırlar içinde bu şekilde debelenirken Musul ile ilgili referandumda gözlemci dahi olamayan genç Devlet. Bir de üzerine yorgunlukla beraber imkânsızlıklar ve İngiliz siyasetinin galip gelmesi. Halkının tamamına yakını Türkiye’ye bağlılığını bildirmesi gerekirken en az o oranda aleyhte çıktı denilen sonucu onaylayan yöneticiler. %10 luk petrol gelirinden belli bir süre sebeplenme karşılığında elden çıkış.
            “Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışının korkaklığa ittiği bu durum, dış politikada adeta amentü gibi algılanması gereği uzun bir müddet gelmiş geçmiş bütün iktidarların savuna geldikleri siyaset olmuştur. Coğrafyaya inat, İmparatorluk mirasına inat, batı eksenli ve NATO programlı dış politikada milli kalmaya çalışmışız. Batıdan daha batıcı politik eksenin getirisi, nüfuz alanımızdaki bütün Orta Doğu insanından bizi uzaklaştırmıştır. Cemil Meriç’in dediği gibi; “Bütün Kur’an ları yaksak, bütün Camileri yıksak Batı’nın gözünde yine Osmanlıyız yine Osmanlı, yani yine Türk’üz.” Şu an itibariyle tam da öyle bir noktadayız.
            Evet; Yaşayan bir ruhtur Osmanlı. Ve tabiri caizse hortlamıştır. Sıkıntılı olacağa benzer. Ama ümit var. Devlet yetkililerin coğrafyanın yüklediği sorumlulukların farkında, şuurunda olduklarını Milletimiz göğsü kabararak seyrediyor. Gereğini yapma noktasında olması gerekenlere her türlü desteği vereceğe benziyor. Bunun farkında olan Devlet, halkı ile aynı hedeflere höykürüyor. Nihayet gelinen nokta itibariyle kendi menfaatlerini olabildiğince ve akıllıca koruma gayreti içerisinde ataklar yapıyor.
            Elin oğlu bir taş atımlık yakınımıza binlerce kilometre kat ederek gelip caka atmasını görüyor ve “Ben bu oyunları bozarım” diyor yedi düvele karşı. Onlar en son teknoloji ile donatılmış silahlarla insanların yaşadığı mekânları alt üst ederek,  gözyaşı, kan ve bin bir zulümleri reva görüyor. Ama netice alamıyor. Bölgedeki insan unsurları ise ne yazık ki vesayet savaşları yaparak birbirlerini yiyor.
            İşte Türkiye bu noktada çıkıyor. Oyun bozucu ve oyun kurucu rol üstlenerek “DURUN” diyor. Daha fazla vesayet savaşlarına izin vermek istemiyor. Onlara batılı faşist Devlet’ler gibi yaklaşmıyor. Bu haliyle onların güvenini kazanıyor. İçte ve dışta oluşan güven, coğrafik sorumluluğun bilincini oluşturuyor. Ve artık Türkiye büyük oynuyor, akıllı davranıyor. Bu kararlılık hiç şüphesiz ki kendi gücünden kaynaklanıyor. Gücünün farkında olan bir Başkomutan, sınırımızdaki dindaşlarımıza, soydaşlarımıza kurtarıcı olarak umut veriyor. Bu haliyle bütün İslam milletlerine örnek oluyor.
            Yeni Türkiye’nin gücünü ve kararlılığını görenler, hesaplarını da mutlaka ona göre yapacaklardır. Haydi Türkiye. Coğrafyanın yüklediği misyonun şuurunda, bütün İslam milletlerinin bahtlarını değiştirebilirsin. Bu yürek, bu imkân ve bu şuur sinende görünmektedir.
            Şükürler olsun.

6 Ekim 2016 Perşembe

SARAYDAKİ ZİKİR (HAKKINDA BİR MÜTALÂA) - Sıddık Demir, Eğitimci, Araştırmacı-Yazar

SARAYDAKİ ZİKİR (HAKKINDA BİR MÜTALÂA)

Sıddık Demir
Eğitimci, Araştırmacı-Yazar
            Bu bir siyaset mi veya kutsal bir mesaj mı?
            Bir Cuma namazına müteakip Sarayda buluşan Galibi sofileri başlarında Postnişin Ali Efendi olmak kaydıyla istisnai bir tablo oluşturmuşlar. Haberi iletişim araçları vasıtasıyla öğrenmiş durumdayız. Bayağı bir kalabalık olmaları organize olduklarını gösteriyor. 15 Temmuz FETO kalkışması üzerinden kısa bir süre geçmiş, bu Millet yediden yetmişe Saray felsefesini veya duruşunu savunmuştu.
            Dini bir meşrebi oluşturan Galibi’ler durumdan vaziyet çıkarmış olmalılar ki, gerek izinli gerekse izinsiz zikir ayini tertip ederek destek verdiklerini aleni ortaya koymayı hedeflemiş görünüyorlar. Bu zikir ayininin böyle bir hassas günde, hem de Milletin camisi olan Saray’da yapılmasının siyasi bir amacı olduğu açıkça görülmektedir. Böyle bir şeyin başka amacı var mı bilinmez. Yalnız Dergâh adabına uygunluğu bakımından pek de şık bulunmamıştır.
            Tasavvuf mana demektir, onu yaşamak reklamla olmaz. Şayet izin alınarak yapılmışsa bu böyledir. Sarayın haberi olmadan böyle bir istisnai durumun olmasını düşünemeyiz bile.  Galibi Dergâhının siyasi münazaralarla gündeme gelmesi veya gündem oluşturması o Dergâhın mayasında zaten yoktur. Ancak ortaya koydukları manevi algıdaki derin mesajlar yani fikirler bu şekilde olan reklamın ardında gündeme gelmiş olsaydı denecek bir şey olmayabilir.
            Getirisi anlamında Galibi’liğin kendine ait devrim niteliğindeki mesajları basın veya aydınlar tarafından irdelendi mi? Gördüğümüz kadarıyla hayır. Oysa Galibi’lik ilkeleri toplumun gündemine oturması lazımdı. Böyle bir şey olmadığına göre peki olan nedir?
            Bize göre olan şudur;

            Ayini tertip eden Galibi sofileri Milletin Camisi denen Saray’da belki de bir ilki yaşamalarının vermiş olduğu hazzı ömür boyu unutmayacaklardır. Hassas bir dönemde bütün cemaatlere yönelik itibarsızlaşma psikolojisine karşı “Her cemaat aynı değil. Biz Devletimize de Devlet Adamlarımıza da bağlıyız. Hatta bütün taraftarlarımızla ‘Reisin’ ardındayız” mesajını vermeyi amaçlamış oldukları göz ardı edilemez.
            Eğer Saray tarafından böyle bir gösteriye davet edilip Galibi’lerin aleni desteği alınarak moral bulmaları amaç edinilmişse Galibi’ler açısında söylenecek bir şey yok. Çünkü ‘Ulul emr’ anlayışı Sünni İslam’ın ve Tarıklarının ana arterlerinden biridir. Öyle ya Devlet varsa Din vardır, dini hayat vardır.  Devletin başına gelmiş her türlü bela Devlet’sizliğe neden olacağı için öncelikle Mana Erlerinin birlik dirlik adına sosyal hayatın gidişine katkı sağlamaları bir görev olur. İstiklal savaşındaki din adamlarının durumu gibi.
            Bu konu geçici de olsa gündem yarattı. Muhalif partiler homurdanmaya başladı. Bazı yazarçizer takımları kalem oynattı. Bunlardan biri Oda TV mensubu Nihat GENÇ. Tasavvufla ilgili bilgilerinin ışığında olayı olumlu karşılamadığını beyan etti. Yazdıkları doğruların yanında ‘Cezbe’ olayında sıkıntılı olduğu görüldü. Sanki ‘Cezbe’ akıl dâhilinde olan bir davranış gibi sunuldu. 
            Sahtekârlık başka ama esas olan ‘Cezbe’ istemsiz oluşan bir davranıştır. Akıl krampı gibi bir şey. Malum; kramp kasların geçici olarak kansız kalmasına denir. İnsanın isteğine bağlı kramp olmaz. Cezbe’de ayı öyle. İstek dışı, olağanüstü uyarı karşısında aşırı etkilenen kişilerin kendinden geçme halidir. Bir nevi şuur tutulması gibi bir şey.
            Önemli olan bu durum etrafında dönen siyasi algıdır. Galibi’liğin Piri hiçbir zaman siyasi getirisi veya siyasete malzeme olması bakımından böyle şeylere hiç tenezzül etmemiştir. Siyasetten de ari olmadığı gibi. Çünkü Din ’in kendisi inanç olduğu kadar siyasettir de. Ancak kamplaşma onların metodu değildir. Bütün insanlığın sıhhat ve selameti için tasarruf ederler.
            Particilik yapanlara, partilere eşit mesafede durmak mananın profili dâhilindedir. Onun içindir ki Saray’daki Millet Camisinde zuhur eden ‘Hatm-u Rufai’ töreninde siyasi bir çıkarım söz konusu olduğu için manaya zarar verir kanaati taşınabilir. Galibi’lerin felsefelerine en yakın iktidar sahipleri, mevcut İktidar veya Cumhur reisi olsa da bu konuda aleniyet yanlış olmuştur. Pir Hazretleri hayattayken dönemin Başbakan’ıyla manevi bir köprü kurmuş ama aleniyet kazandırmamış olduğunu yakın çevresi beyan eder.
            Devlet dini hayata gerektiğinde müdahale eder. Onların içine sızar. Edindiği bilgileri zamanı geldiğinde kullanır. Hatta bu müesseseleri art niyetli odaklardan da korur. Sıkıntı olduğu zaman müdahale ederek başını ezer. Ama hangi Devlet?
            O kurumlarda sağlıklı dini hayatın yaşatılması kaygısı olan Devlet. Böyle Devlet karşısında her türlü manevi çeşitlilik hayat bulur. Ama o kurumun kendisiyle mücadele eden Devlet  ‘Ulul emr’ sayılmaz. Yer altına inilmesi bundandır. Bundan dolayıdır ki siyaset siyaset’ ligini, Mana Erleri de kendi alanının siyasetini birbirlerinin alanına girmeden yürütmeliler. Karşılıklı iltifatlar veya iltifatsızlıklar ayrı tutulmalı. Tıpkı ceddimiz ve iftiharımız Fatih Sultan Mehmet ile Akşeyh’imiz arasındaki mesafe gibi…

29 Eylül 2016 Perşembe

ATLATILAN TEHLİKENİN TAHLİLİ (Güncel ve konjonktürel analiz) -"Sıddık DEMİR" Eğitimci, Araştırmacı -Yazar

ATLATILAN TEHLİKENİN TAHLİLİ
 Sıddık DEMİR
Eğitimci, Araştırmacı -Yazar
            Dışta kuşatılmışlığa karşı hamle üstüne hamle yaparak rahatlamaya çalışan Devlet, iç dinamiklerimize yönelik fitne ve fesat oluşumlara da meydan vermemek için adeta diken üstünde durur gibi bir hal içerisindedir. Dıştaki kuşatılma çabalarının içerdeki fitnelerle ciddi bağlantısı bilindiği için mücadele çok daha sertleşmektedir. Kimlik üzerinde verilen mücadele kronik olduğundan Devletin karşı koyma metodunda açılan gediklerin tamir veya ihyasında fazla zorluk çekilmiyor.  Bu alanda oluşan mağduriyetlerde kişiler veya bazı kurumlar suçlanamaz. İllegal bir savaştır bu. Neticesine katlanılır. Kazandık veya bozguna uğradık denir.
            Öbür tarafta ne istediği tam olarak bilinmeyen, inanmışlığın vermiş olduğu sarhoşlukla aynı mekânları paylaşan, aynı kumaşın parçası olan insan unsurlarının, halen direnen veya inanmaya devam eden sempatizanlarına karşı Devletin vereceği veya vermiş olduğu mücadele o kadar kolay olmayacağa benzer.
            İki tür yaklaşım kendini göstermektedir;
            Biri, Devletin gücünü hemen her seviyede katı bir şekilde kullanarak çözüme ulaşmayı hedeflemesi, diğeri de fitnenin başını oluşturanları bertaraf ederek alttaki sempatizanları affetmesi. Devlet Baba geleneğinde bu vardır. Bu fitne cemaatin, Milletin kılcal damarlarına kadar hücre hücre teşkilatlanmasını göz önünde tutarak verilen mücadelede bütün hücrelere kadar operasyon çekmek, ciddi enerji kaybetmek demektir. Böyle olunca Devlet ’de Millet ’de halsizleşir.  Ona değdi buna değmedi gibi asıllı asılsız ihbarlarla bir birlerine karşı güven değerleri zayıflayan Millet ’de daha büyük ayrılıklar zuhur eder.
            Alt tabakadaki inanmış sempatizanların veya bir derece daha ileri giderek militanların büyük çoğunluğu bu başkaldırı tarihinden itibaren nedamet duyguları içindedir. Pişmanlıkları hat safhaya çıkmıştır. Vicdan azabı çekenlerin sayısı önemsenmeyecek kadar yüksektir. Zaten psikolojik olarak veya sosyal baskılarla yıllardır destekledikleri cemaatin bu eyleminden ötürü sokağa çıkamaz hale gelenler az değil. Birde “Hadi gel, şu an için nedamet duyman inandırıcı değil” denilerek çok daha beter duruma düşürülmeleri ve gereğinden fazla operasyon çekilmesi aşırı mağduriyetlere sebebiyet verir. İşaretleri görünmektedir.
            Memuriyetlerden atılma, aile efratlarının bir şekilde sokağa çıkamaz hale getirilmesi, kodeslerin tıka basa dolması, topuzun ucunun kaçırılması durumu “Kaş yapayım derken, göz çıkarılması” gibi benzer olaylara gebedir.
            Devlet yetkililerin ifade ettikleri, ihanet, ticaret, diyanet üçlüsünde ihanet edenlerin dışındakilere nefes aldırmak Devletin babalığının gereğidir. Hele hele yılda milyarlarca dolar ticaret hacmi olan ‘Tuskon’ gibi legal kuruluşlarda iş adamlığı getirisi gereği bulunan üyelerine “Kafa kol atarken” dikkatli olmak gerekir. Artık millilik veya milliyetçilik bunların edebiyatından ziyade ‘Artı değer’ kazandırmakla olmaktadır. Devletin büyükelçileri bulundukları Ülkelerde ‘Bohem’ hayatı yaşarken bu iş adamlarının bir şekilde girişimciliklerine saygı duymak gerekir. Bir takım tedbirlerle onların yollarına devam etmeleri sağlanmalıdır. Tepesindeki bir avuç hainin ihanetleri görüldükten sonra halen ısrar edenlerle ilgili tedbirler almayı Devlet tabi ki göz ardı edemez.
            Bu cemaatin gelişimi esnasında Devletli olarak destek vermeyen, liderler bazında ancak bir rahmetli Erbakan gösterilebilir.  O da kıskandığındandır. Gelinen noktayı öngördüğünden değil herhalde. Diğer bütün Devletliler, başta rahmetli Türkeş olmak kaydıyla destek olmuşlardır. Çünkü destek olma işi adeta bir Devlet politikası olmuştu. Şimdi ebediyete intikal etmiş liderlerle beraber hali hazırda destek veren Devletlilere operasyon çekilmek istenirse, bu muameleye muhatap olmayan kim kalır. Öyle olunca da, bir avuç, etliye sütlüye dokunmayan fırsatçı veya Makyavellis, tuzu kuru parazitlerin önü açılır veya onlara gün doğar.
            Diğer yandan yetişmiş bunca kadronun ipini çekip, onları bir tusinami dalgasının önüne atarak harcayan Fetö’nün bu ihaneti diğer İslami cemaatlerinde inandırıcıklarına darbe vurmuştur. Bir kısım nadanlar “Bütün cemaat ve tarikatlar böyledir.”  sakızını çiğnemeye başlamışlardır bile. Bu kötü gelişmenin en az zararla telafi edilmesi için sapla samanın karıştırılmaması lazım.
            Bir başka açıdan bakacak olursak;
            Üst akıl denilen Jandarma Devlet’in gelecekle ilgili tasarımlarında, hücre hücre, kurum kurum teşkilatlanan bu cemaat mensuplarının yetişmiş kadrolarını, gelecekte Bin Ladin örneğinde yaşandığı gibi bir durumla karşılaşmamak için harcanmasına veya Milletin gözünden düşürülmesine vesile teşkil edecek başkaldırı senaryosuyla onların işini bitirmek düşüncesi olmuş olamaz mı?
            Yarım asırdır oluşturulan bu kadroların son birkaç istasyonda dümeni kırılarak ‘üst aklın’ limanına yanaştırılmış olmasını akılla izah etmek çok zordur. Bu cemaatin alt kademesinde bulunarak destek veren insanların neredeyse tamamına yakını Ülkesini seven, Ülke bütünlüğüne önem veren insanlardır. Dertleri laik Kemalist karakterlerin oluşturduğu mağduriyetlere karşı Devletin İslami karakter taşıyan hale getirilmesi ülküsüne hizmet ettiklerine inandıklarına şahsen kalıbımı basarım. Kripto kurmaylarından ziyade bu kesime gereğinden fazla operasyon çekilmesi, şu sıcak ortam geçince kendisini daha çok gösterecektir. Siyasi faydacılık bakımından bile bu kabul edilebilir değil.
            Aynı çoğunluktaki bu kadrolar bugün itibariyle haysiyetsiz ‘üst çatının’ kendilerine ihanet ettiklerinin farkındalar. Bunun için nedamet duymaktadırlar. Bu insanlara bir de Devlet “Gel bakayım” diyerek cezalandırmaya kalkması…  Zararını kendi de görür Millet’de. Empati kültürü tam da bu an lazımdır. Lütfen çok zor olan bu durumu kolaylaştıralım.

26 Ağustos 2016 Cuma

SORUMLU ÖZGÜRLÜK VE BEDELİ - Sıddık DEMİR, Eğitimci - Yazar

SORUMLU ÖZGÜRLÜK VE BEDELİ
Sıddık DEMİR
            Dengeler değişmeye namzetse denizler kudurur.  Öyle kükremeler olur ki özgürlüğe ramak kala teneffüs edilen hava birden yerini tekrar umutsuzluğa bırakır, eğer bu farkındalığın farkına varılmışsa hayaller bir başka bahara kalır. Altyapı zayıflığı veya müstemleke kültürü algısı bedel ödememeyi akıllılık sayar. Tadını bilmediği bir siyaset için veya dünya için neler yapılır, bu fakirliğe nasıl tahammül edilir, tarihi bir yükümlülük de yoksa ‘oh, gelen ağam giden paşam’ anlayışıyla gününü gün eden toplum örneğiyle sorumlu, emaneti taşır görünür. Fakat bir şeyler olmaktadır. Çok seyrek zuhur eden işaretlerdendir bunlar.
            Bu yazıdaki gaye sorumlu olanların sorumluluk alanlarını kullanış biçimleri olacaktır. Akledenlerin esaretten gayri özgürlüğün tadına vararak ona sahiplenme eğilimi paha biçilmez bir duruş. Bütün bukağıların çatır çatır kırılması zevki, yediden yetmişe tüm bir milletin ortak payesi olması tarihte çok az görülür bir gelişmedir.  Örneğin kendi tarihinde olan bir tavır… Yeter ki ölü toprağı üzerinde bir atmayı görsün. Elindeki fırsatı değerlendirme noktasında gözü kara bir şuur veya şuursuzlukla sakin limanlara demir atma olayı. Metafizik bir tasarruf, bu milletin bin yıllık tarihinde hep görülmüş olup işareti de taa asr-ı saadette verilmiştir.   
            “Beni Kantura oğulları sizin mekânlarınıza atlarını bağladıkları vakit biliniz ki bu emanet gayri onların olacaktır” mealindeki ifade ye karşı soru üzerine “Onlara Türk derler” diyerek noktayı koyan tarihi bir hakikatle millet olarak ne kadar büyük bir sorumluluk altına girilmiştir. İşin garibi bu sorumluluğun farkında bile olmadan yaşanılması. Sanki fıtri bir özellik, lime lime işlenmiş tabiatına. Son kalkışmada da görüldüğü gibi bir kemalat, bir şuur, söylenilenler veya yaşananlar iddia ettiklerimizin senedidir. Yeter ki çok seyrek de olsa bu olgunluğun, o oranda şuurlu yöneticilere rastlamasıyla dünya dengelerini değiştirmede geç kalınmasın. Ay tutulmasında olduğu gibi Halk’taki olgunluğa uygun tavır içinde olan sorumlu sınıf ani hizada görünmektedir. Milletimiz açısında bu durum çok önemli, çok hayırlı gelişmelere gebedir. Tam kıvamında olan maya…
            Hünkâr Mehmet’i Fatih yapan olgunluk, kemalat budur. Denilir ki;
            Edirne’de ikameti sırasında bir sabah tebdil-i kıyafetle normal bir vatandaşmış gibi yanına aldığı yoldaşlarıyla beraber kapalı çarşıya alışveriş için çıkarlar. Her bir bakkaldan aldığı ihtiyaca ilaveten ikinci bir ihtiyacı “Komşum siftah etmedi onu da ondan alırsanız memnun olurum” söylemiyle alamayan bu şekilde mütemadiyen her bir kalem için bir başka esnafa vararak ihtiyacını karşılamaya çalışan hünkâr Mehmet, malikânesine vardıktan sonra yüksek sorumlularına bu macerasını anlatır. Bilâhare “Bu milletle bırakın İstanbul u bütün dünya fethedilir”  diyerek sefer hazırlığı için beklenilen yüksek ferasetin, engin şuur ve kemalâtın oluştuğunu görür. Ve önce orası, bilahare yeryüzü fethedilir.
            İnsanın bir yüzü gülerken bir yüzün de hüzün oluşur zamanla. Devletlerin de öyle. İhtiras ve hırs gibi iki canavarın varlığına rağmen sırat-ı müstakim üzere olanların hâkim olduğu devlet, sivil toplum örgütleriyle aynı hedefe seyr-i sülük eden devlet, içinde ne kadar canavarlaşan heva ve ihtiraslara gark olan ayrılıklar, ihanetler olursa olsun onlara prim vermeden yoluna devam eder.
            Birçoğumuz bu bakış açısıyla ülkemizin başına gelen son kalkışma olayını değerlendirmeyebilir, basit bir partizan gözüyle olayları değerlendirerek işi hafife alabiliriz. Öyle de olsa ileride tarih yazacaktır ve biz iç ve dış dengeler silsilesinde ne kadar ağır bir badireden geçmiş olduğumuzu daha iyi anlayacağız. Dünya dengelerinin tehlikeye girdiği şu dönemde üst akıl denilen unsurların “ Böyle kalmaya devam etmen senin hayrına olur, daha fazla dikleşmemelisin” diyerek bütün anti-demokratik yollarla terbiye edilmeye rıza gösterilmeyip karşı durursan böyle gailelerle karşılaşmak mukadder olur.
            Dünya beşten büyük
            Dünya beşten büyük demenin nasıl bir yerlere korku saldığı görülmektedir. Diz çöktürmek için her türlü gayri meşruluğu meşru gören o dengelerin zabitleri daha hangi yolları deneyeceklerdir göreceğiz.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

En şedit, en cebbar, en acımasız, en gözü kara bir kalkışmayla yönetimi ele geçirmeye çalıştılar. "DEVLETE DİZ ÇÖKTÜREMEDİLER" - Sıddık DEMİR

DEVLETE DİZ ÇÖKTÜREMEDİLER!...
            En şedit, en cebbar, en acımasız, en gözü kara bir kalkışmayla yönetimi ele geçirmeye çalıştılar. Allah bu Milletin yüzüne baktı ki muvaffak olamadılar. Çok canlar gitti, çok ocaklar söndü. Başta Parlamento binası olmak üzere birçok hasarla işin üstesinden gelindi.
            Önceki on yıllarda Türk solunda görünen direnç, bu defa biat kültürüne daha yakın olan muhafazakâr insanlarımızdaki bu demokratik şuur ile kendini göstermiştir. Farkındalık şuuru gereği olayı analiz ettiğimiz zaman aydınlanma ve hak arama kültürü de Türk solundan sağ muhafazakâr tarafa kaydığı görülüyor. Onun içindir ki ümit vardır.
            “Ulul emre itaat” anlayışı gerek darbeciler tarafından gerekse karşı koyanlar nezdinde iflas etmiş durumdadır. Solun alternatifi yine sol iken terakki yet bakımından şimdi sağın alternatifi sağ olmuş oluyor. Bu bir başlangıçtır. Anti-demokratik yapılanmaların demokratik şuurlanma gereği bozulan oyunu bütün kamuoyu gördü. Bu tablo sağın tarihinde ilk defa görünmektedir. İnşallah hayra vesile olur.
            Kendini gizleyerek kadrolaşan bu hareketin nihai hedefinin böyle tezahür edeceği hiç mi hiç hesap edilemediği ve Türk kamuoyunun yanılması az daha kendi besleyip büyüttüğü, prim verdiği kadroların eliyle boynuna kement atılacaktı ki o hengâmede tez toparlanarak FETO patenti altında gelişen kalkışma hareketine geçit vermedi.  Uzmanlık alanı Teoloji olan böyle bir sadist kişinin emirlerini anlı şanlı Paşaların dâhil olduğu önemli bir kadronun canı pahasına hayata geçirmeye çalışmalarını izah etmek çok zordur.
            NAÇİZANE FİKRİM ODUR Kİ;
            FETO patenti altında birlik sağlanarak yapılmak istenen darbe teşebbüsü şayet başarılı olsaydı, ikinci etapta bu sümüklü Hocanın adamları bu halkadan diskalifiye edilirdi. Sümüklü Hocanın adı bir marka olduğu için, iç ve dış çevreler ve diğer gayri memnunların ağırlık oluşturduğu bir komutanlar zinciri ile hedefe ulaşmak istemişlerdir. Tıpkı özel okullar denince bütün özel okullar içinde yüzde üçlük veya beşlik bir payı olan FETO markalı okullarla ilgili algı gibi.
            Komuta kademesinin belki de yüzde onunu geçmeyen paralel yapı mensupları başarılı olsalar dahi bir çırpıdan sırttan atılarak diğer gayri memnunların hâkimiyetiyle emperyalist menfaatler korunacaktı. Dolayısıyla emperyal iradenin üst akıl olduğu paralel yapı, olsa olsa piyonluk görevini şerefle yürütecekti. Bugün darbecilerin dayandığı membaa bellidir. Azınlık şuuru gözü karalığı “Attın ama tutturamadın ey şanlı avcı” mantığıyla bu başarısızlık karşısında üzüntülerini dillendirme cesareti gösterenlere de ne yazık ki şahit oluyoruz.   Yok efendim bu bir tiyatro veya başkanlık sistemine geçişin zemini hazırlanmaktadır vs. gibi şizofrenik ruhların sahipleri kafaları bulandırmak istemektedirler.
            İŞTE AKIL TUTULMASI YAKLAŞIM TARZI.
            Bütün kurum ve kuruluşlarıyla kendine gelen, savunma sanayisi önemli miktarda millileşen, gelir seviyesi yükselen, anlı şanlı daha zengin ülkelerin binlerce katı bir misafir ağırlayan, hemen yanı başındaki rahatsızlıklara kayıtsız kalmayarak oyun kurucu devlet olma gayretini hemen her alanda gösteren, TİKA yardımlarıyla din, dil, ırk ayrımı yapmadan diyar diyar ülkelere yönelerek o mazlum Milletlerin dertlerine derman olan, yeryüzünü parselleyen Devletlerin karizmasını çizen, yetişmiş insan unsurlarıyla bütün Dünyada belli sektörlerde iş yaparak sıcak paraları hazinesine akıtan, özellikle de Ortadoğu’da İslam ülkelerinin bahtı karalı insanlarına ve devletlerine umut olan bir Türkiye’nin içten çökertilmesi için 15Temmuz benzeri kalkışmaların olması bu yüce Milletin anlayabildiği şeydir artık. Onun için korkmalıdır onlar.
            Halkındaki demokratikleşme şuuru ve çoktan atılmış ölü toprağın bütün ümitleri yeşermiştir artık. Her şerden bir hayır vardır derler ya işte bu kalkışma çok hayırlara vesile olacaktır inşallah. Mazlum milletlerin duasını almak kolaymı.?  Ülkemiz insanı ve Devletimiz bir Armegodan’ın yaşandığı savaştan kaçarak çoluk çocuğuyla sığınmalarına müsaade ettiği  üç dört milyona yakın Suriyeli kardeşlerimizin duaları yüzü gözü hürmetine bu Millet bu beladan kurtulmuş olamaz mı?.
            Bu kadar organizeli, bu kadar yüksek ve etkili katılımla, son derece büyük cehennem silahlarıyla kesin netice alınır ümidiyle harekete geçenleri, cebinde tırnak bıçağı dahi olmayan halkın feraseti karşısında bertaraf olmalarını başka nasıl yorumlayabiliriz. Vatan savunmasında var oluş sebebi ölmek olan silahlı kadrolar kadar şehit veren bir sivil halkla karşılaşmak darbecilere hayal kırıklığı yaşatmış olmalı ki bir anda köpürdükleri kadar kalabildiler.
            BUNLARIN DARBE GİRİŞİMİNİN MANTIĞI NEDİR.?
            Aslında bu konu irdelenmelidir. Öyle ya Marksist bir yapılanma için darbe olabilir. Veya etnik bir grubun etnik bir mezhebin organizeli işleri bir darbe nedeni olabilir. Veya beceriksiz bir iktidardan Ülkeyi kurtarmak için darbe olabilir. Bütün bunlar ciddi mazeretlerdir. Ya bu kalkışmanın mantığı nedir. İşte düğüm noktası budur. Öyle ya bir grup rütbeli askerin “Canım öyle istedi haydi darbe yapalım” mantığı ne kadar saçma ise iç sebeplerden ötürü böyle bir işe kalkışmak da o kadar saçmadır.
            Muhafazakâr kimliğe sahip yönetim kadrolarının hangi noktada noksanları olmuş olsun ki bu konu gerekçe gösterilerek aynı tabana dayandığı bilinen yeni kadroların ‘bu hal’ gerekçesi olsun. Yok böyle bir şey. O halde geriye tek bir şey kalıyor. Bütün kurum ve kuruluşlarıyla kendine gelen, gücünün farkında olan, oyunun bir parçası değil oyun kurmayı kendine yakıştıran Osmanlı ruhunun inkişaf ettiğini gören emperyal Devletlerin bazıları bizzat işin içine girerek uykudan uyanmış olan “Dev’e” diz çöktürerek sekte vurmak istemişlerdir. Bunun için de yıllardır kucağında beslediği onlara ‘Uluslar arası çete’ özelliği kazandırdığı bir yapıyı memleketimizin başına bela etmiştir.
            Bugün itibariyle başarısız olan bu çete liderinin akıbeti de yine bir şekilde onların elinde olacağa benzer. Çünkü onlar kaybetmeyi sevmezler. Belki bir daha denemek için bir müddet daha temasta olurlar ama nihai hedef, ya bir ilaçla veya bir kaza süsü verilerek ortadan kaldırırlar. Bu çete liderinin kendi yazdığı kitapta bahsettiği “Gulam Ahmet”e sonu itibariyle benzemesi hazindir. Hint yogizmine karşı İslam’ı konuşturarak milyonlarca Müslüman nezdinde Gulam Ahmet adeta bayrak gibi sivrilerek sembol olmuştur. Şöhretinin zirvesindeyken aşırı enaniyet ve hırsa kapılmıştır. Manevi bir sigortası olmadığı için habis ruhların veya kâfir cinlerin saldırısına uğramış, perişan olmuştur. İtibarını malını, mülkünü kaybettiği gibi savunduğu milyonların kahır ekseri yatına büyük zararlar vermiştir. Şimdi tıpkı aynısı kendi başına gelmiştir. Daha hangi bela ve musibetlere gark olacaktır görürüz inşallah. 
            Bu ihtilal provasında görülmüştür ki Devletin de içinde ciddi zafiyetler var. Askeri bürokrat hareketliliği bildiği halde karşı tedbir almaya yetersiz kalmıştır. İstihbarat teşkilatının pişkinliği, kuvvet komutanlarının tetbirsizliği veya tarafsızlık adına o gün için değişik organizasyonlarda bulunmaları, emir komuta zincirinin ortadan kalktığı görüldüğü halde basiretsizlikler, dahası konforlarına zarar getirmeme gibi süfli tedbirler içinde oldukları görülüyor.
SAKIN OLA BU İŞ BÖYLE OLUR ZATEN DENMEYE…
            Bir PKK baskınında şehit düşen Mehmetçiklerin cesetlerini “Sizin beceriksizliğiniz yüzünden terfi alamayacağım.” diyerek tekmeleyen istisna da olsa komutanların varlığı hazmedilir bir şey değildir. Bu olayda görüldü ki cumhurbaşkanı ile polis arasında cesaret ve liyakat açısından olması gereken kişi ve kuruluşlar ortada yok. Halkın temsilcileri, iktidar vekilleri başta olmak üzere direnen, direnç gösteren insanların yanında yoklar. Ne bir şehitleri ne de gazileri var. Önce kendilerini korumak için enerji sarf etmektedirler. Oysa Cumhurun başı abdestini alarak halkını korumak için kendisinin ve ailesinin güvenliğini tehlikeye atmıştır.
            Bu da gösteriyor ki, eğer Devletin yeniden yapılanmasın söz konusu ise mutlaka liyakatin yanında cesaretin yani delikanlılık kültürünün aranması lazımdır. Tavşan pisliği gibi ne kokan, ne bulaşan bürokratların sırf biat ediyorlar diye öne çıkmaları anlayışına son verilmelidir.  Cesur bürokratlar ülke geleceğinin teminatıdır. Partili olsun da korkak olsun, liyakatsiz olsun anlayışı bütün iktidarlarda olduğu gibi bu iktidarında yumuşak karnı olmuştur. Yeniden yapılanmada dikkat edilmesi gereken hususların başında bu konu gelmektedir. Yoksa biri PÖH dediği zaman bu cins insanlar zıpçık gibi açıkta kalır. Bereket ki, bu yüce Milletin içinde, ruhunda, tavrında, bürokraside noksanlığı hissedilen cesaret harman olmuş halde bulunmaktadır. Bu karakter demokrasimizi ve gelişmemizi, bu karakter Milletimizi kurtaran en önemli Saiklerimizden olmuştur.
            BU ANLAMDA SÖYLEYECEĞİMİZ SON SÖZ;
            Bütün cemaat ve benzeri yapılanmalardaki insan karakteri çok yumuşaktır.  Boşluğun Ülkücü karakterle telafisi yapılarak bu Devlet gemisinin daha emin ve daha güvenli bir şekilde bütün dünya limanlarına demir atmaları sağlanabilir. 
            SIDDIK DEMİR, Gazeteci-Eğitimci, Yazar