FIRTINALI YILLAR
(İşte, hayatımızdan bir kesit…)
Sıddık DEMİR
Bir
gün öncesi ortalık toz duman. Düdük
çalındı her şey aynı ama ortalık süt liman.
Bir gecede ne olmuşsa olmuş insanlık adına hemen iç
barış sağlanmış. Bazı aktörler
hariç, nokta baskınlar ve yakalananlar toplama kamplarına… Haklı haksız demeden
yaşın yanında kurunun da sorgusuz sualsiz üç beş ay özgürlüğünün kısıtlanması
içten bile değil. Çok şahit olduk…
Evet, düdük çalındı. Arandığımızı duyduk. Ortalık biraz sakinleşsin diye tedbirli
davranıyoruz. Üniversiteli’yiz ya en
büyük tehlike arz eden
potansiyeliz de. Üstelik ülkü
ocaklarında liderlik de yapmışız.
Aranmamız için en büyük sebep...
Nitekim kaldığımız yer tespit edilir. Bir
manga asker ikinci katta kaldığımız öğrenci evini basar. Evin arka tarafı
bahçeye baktığı için bir kış günü don-gömlek misali kendimi balkondan bahçeye
fırlattım. Düşünce, bir şey
hissetmediğim sağlığım bir müddet sonra bozulacaktır. Bacak kemiklerim uzun
müddet kendine gelemedi. Askerin didik
didik evi aradığına arka tarafta bir incir ağacı altında tiril tiril titreyerek
şahit oluyorum. Ve asker gitti,
Allah’tan bahçeye atladığım yerde kum yığını varmış ta ucuz atlatmışım.
Adımı taşıyan birini arama tarama
esnasında yakalayan asker, o zavallı insana bir hafta işkence yapmış. Adamın memleketi tutmayınca bırakmışlar. Daha
sonraları tesadüfen tanıştığım memleketlim olan bir asker olayın içinde olduğu
için anlatmıştı. Karslı o adamdan helallik diliyorum. Benim yüzümden kim bilir
bir hafta ne sıkıntılar çekmiştir.
Son sınıfta olduğum için sınavlara
katılmam gerekiyordu. Okula gitmem mümkün değildi. Asker-polis hep tanıdıkları veya ismini bildikleri
için yapılan kontrollerde en kötü ihtimalle yakalanacağım bir gerçekti.
Sınavlara da bir şekilde girmem lazımdı. Bir yol buldum. Okulun arka tarafına
açılan, yüz veya yüzeli metre uzunluğun da bir tünelden içeri girerek sınava
girmeyi kafama koydum. Ve öylede yaptım.
Son bir dersimin kaldığı an da kendimden emin bir şekilde her zamanki
tedbire riayet etmeden ön tarafa çıkarak biraz özgürlüğü tadayım dedim. Benim derdim son finale girip öyle teslim
olmaktı. Olacak ya, kendimi ana caddeye atar atmaz emniyet amiri Mehmet Bey’in
Mercedes marka otomobiliyle burun buruna geldim. İçi dolu olan ekip operasyondan dönüyormuş.
Hemen sağa çekip durdular. Arkadan bir yol bulurum düşüncesiyle hamle yaptım
ama MİT in amiri Tuncay Bey’in arabasıyla karşılaşınca adamlık bende kalsın
dermişçesine olduğum yerde soğukkanlı bir şekilde almalarını bekledim. Allah ömrünü uzun etsin, İstihbaratta
sivil-polis olarak tanıdığım Malatyalı
Kemal ağbi tek başına arabadan
inerek yanıma “Tam da zamanın da çıktın,
gayri göz yumamayız” diyerek geldi ve beni alarak doğru emniyete... Nöbetçi mahkeme tutukladı.
Cezaevine birden çok arkadaşla
vardık. Gerekli işlemler yapılmaktaydı. Soldan-sağdan önden fotoğraflar ve
akabinde gelen berber kafaları sıfıra vurarak tıraş etme durumu… O anda gerçek
bir Alperen olan cezaevi başkanımız Ahmet Orhan Hoca yanı başımda bitiverdi.
Beni tıraş ettirmeden aldı ve kısa bir süre, daha önce hizmetlerinde bulunduğum
koğuş sakinlerine bu sefer tutuklu olarak zorunlu refakate mecbur kaldım. O günün şartlarında dışarıda korkuyla
oradan-oraya kaçarak yaşamaktansa, içerde arkadaşlarımla bir mekânı , üstelik
masrafsız paylaşmak, çok daha güzeldi. Dışarıda birileri için çok kötü bir
durum olarak değerlendirilen o ortam benim için fevkalade emniyetli ve sağlıklı
olmuştur. İçerideki arkadaşlarım
arasındaki itibarım belki de rahat olmamı sağlamıştır. Ki şu an için
düşünüyorum da el-hak doğruymuş.
Bilahare final sonuçlarını ceza evin de
ziyaretime gelen bir arkadaşım tarafında öğrendim. Bir ders haricinde hepsinde geçmişim. Bir ay sonun da o dersin de final imtihanı gününü öğrenmiş oldum. Kendi imkanlarımla ceza evi prosüdürünü de
aşarak imtihana katılmak nasip oldu.
Hatta imtihan günü sabah saat altıda kalkıp, imtihan olacağım üniversite binasına
ceza evi aracının içinde iki jandarma eri ve başlarında bir astsubay olmak
üzere zamanında ulaştık. Tek başına bir salona alınıp, ellerimdeki kelepçe
çözülerek ayak bileklerimde oturduğum sıraya kelepçelendim. Diğer salonlarda
birden çok imtihan olan öğrenci arkadaşlarımı düşünerek koskoca salon da tek
başına olmanın verdiği ürperti yanında gururunu da yaşamıyor değildim hani…
Okul müdürümüzün ve ders hocalarının yanıma gelerek hal dilleriyle hal hatır sormaları ve psikolojik destek
verdiklerini hissettirmeleri hala gözümün önünde gitmiyor.
Ülkücü hareketin lider kadrolarından
olan bazı hükümlü arkadaşlardan oluşan birinci koğuş, üç bin kapasitesi olan
ceza evi yönetimiyle de yakında ilgileniyordu.
Ceza evi müdürü veya diğer
personel 12 Eylül’e rağmen yönetime
arkadaşlarımızı ortak etmesi en akıllı duruş idi onlar için. Bu işin tabiatı böyle olmalıydı. Öyle olunca da imtiyazlı durumda idiler.
Hatta içeri alınmadan önce, arkadaşlarımıza yönelik hizmetimiz 12 Eylül den
önce hangi nokta da ise, o arandığım dönemde dahil olmak kaydıyla
aynı hizmet imtiyazlı bir şekilde veriliyordu...
Herkesin sindiği, ağız değiştirdiği, pişmanlıklar
sergiledikleri o ihtilal havasında, dışarıda birlik ve beraberlik tesis
edilemeyince bari kader mahkûmları arkadaşlarımızı rahat ettirelim gayreti
bütün coğrafyamızı sardığı için gereğini abartılı bir şekilde yerine getirmenin psikolojik yansıması nın cezaevi yönetimini etkilememesine imkan
yoktu…
Bir koğuş insan… Yaklaşık 70-80 kişi siyasi mahkûm. Siyasi
olmalarından ötürü de nispeten adi suçlu mahkûmlara göre imtiyazlılar.
Prosedüre aykırı olmasına rağmen kaldıkları koğuşa yakın bir yerde kendi
imkânlarıyla birden çok süt inekleri beslemektedirler. Her gün sağarak elde
ettikleri sütü dışarı fiyatının iki üç katı talep edildiği için paraya çevirmek
çok kolaydı. Yine kasalar dolusu yumurta tavukları cezaevine sokularak
yumurtaları bu imtiyazlı koğuş adına satılırdı. Ciddi paralar elde edilirdi.
Hatta her hafta başı bir küçük kamyon değişik muhtelif ve çeşitte meyve ve
sebze koğuşa intikal ettirilirdi. Diğer taraftan soğuk meşrubat ta cabası.
Denilebilir ki bütün bunları nereden
biliyorsun? 12 Eylül ün vahşi stratejisi
karşısında her camianın sistemi bozulmuştu. Cezaevlerinde yatan siyasi dava
adamlarıyla ilgilenen gittikçe azalıyordu. Çünkü her baş denilen insan kendi
başının kaygusuna düşmüştü… Bu anlamda çözülmemek mümkün değildi. İşte öyle bir ortamda sistemsizlik yaşanmasın
diye bölgesel de olsa sistemler kurulmalıydı.
Allah’a şükürler olsun ki o sistemi o bölgede kurmaya muvaffak oldum.
Tarih buna şahittir. Her biri 20-30 kilo süt veren ineklerden iki adet şehir
dışındaki cezaevine sürerek götüren her bir kasada en az 150 adet yumurta veren
tavuklardan dört kasa yaklaşık 600 adet
tavukla beraber yine her hafta bir kamyon sebze ve meyveyi içeri sokan,
meşrubat bir yana muhafazası olan derin
dondurucularla arkadaşlarımızın ihtiyaçlarını karşılayan ben olduğum için çok
kolay kalem oynatıyorum. Bunları ifşa
etmek belki bazı insanlar tarafından hoş karşılanmayabilir. Ama o kırılım
döneminden bahsedip de, ayrıntılara veya hatıralara girmemek haksızlık olur.
Bugün şöyle geriye bakınca her şeyin
güllük gülistanlık olmadığı anlaşılsın. Bir nesil şu an “Ergenekon” denilen çeteciler
tarafından nasıl gök girmiş ekin gibi biçildiği görülsün diye tarihe şahitlik
etmemiz lazım. Her on sene de bir
tırpanlanarak, yarış halinde olduğumuz milletlerin en az 15-20 yıl gerisine
gitmeyi bize meşru olarak gösterenlerin ne kadar ihanet içinde olduğunu asli
unsura anlatmamız gerekmez mi?
İşte böyle bir sistemi oturttuktan
sonra sanki kendi yerimi yuvamı inşa ediyormuşum gibi mecburi ikamete tabi
tutulduk. Çok güzel hatıralarımız oldu
acısıyla tatlısıyla. Başlangıçta cezaevi kültürüne uzak olduğum için bazı
olaylara geç intibah ediyordum.
Oradan bir adet varmış. Mahkûmlardan
biri yanlışlıkla bile olsa bir başka mahkûmun ranzasına oturmuşsa Tanrı
misafiri mesabesinde ilgi ve iltifat görürmüş.
Şahit oldum. İstanbul cenabından olup M. Ali Ağca’yı bir hastane de
kaçırmaya niyetlenen ve amaçlarına ulaşamayınca öyle bir suçlamayla hüküm giyen
iki arkadaşın aynı ranzada sohbetine, ranza kültürünü bilmeden selam vererek
iliştim. Hemen daha köşeli bir yer
gösterilerek ikramlarda bulundular.
Hayatım boyu unutamadığım bir olaya
başlangıç olan bu ziyaretim, aynı zamanda o güne kadar geliştirip yetiştirdiğim
dava diye kendimi bitirme pahasına da olsa gözümü taştan budaktan esirgemediğim
bir anlayışın, ciddi bir değişime sebep teşkil edeceğini nereden bilebilirdim.
Hiç unutmam, oturduğumuz ranzanın
karşısında siyah-beyaz renkli olan bir televizyonda bugün dahi adını zor
telaffuz ettiğim iki Avrupa takımının futbol müsabakası canlı olarak
veriliyordu. Anladığım kadarıyla arkadaşların futbol bilgisi, takım sevgisi
gibi taraf olabilecek bir durumda olmadıkları halde, içlerinden biri yani
Atilla “Şu takım benim olsun, yenilirsem- elini gırtlağına götürerek- işaret
etmesiyle beraber “ Necdet “tamam
“dedi. Ben yine bu hareketten hiçbir şey
anlamadım. Derken müsabaka bitti ve
Atilla’nın taraf olduğu takım yendi. O
an gözüm Necdet’e ilişti. Baktım bir arama içine girdi. “Tamam buldum, ben gidiyorum” dedi ve bir
çırpıda ranzadan atlayarak koğuştan çıkması bir oldu.
Aradan kısa bir süre geçmiş olmalı ki
televizyondaki maç yorumları bitmemişti.
Ani den silah sesleriyle kendimizi büyük bir merakla koğuş önündeki
bahçeye bizi bekleyen tehlikeden habersiz atıverdik. Bahçe adeta bir savaş alanı. Kimi yerde,
kimisi kaçıyor, kimisi ise mermi
veya kasatura darbesiyle
yaralanmış. Hiç beklenmeyen bir
durum. Yerde yatan bir arkadaşa yardım
maksadıyla elimizi uzatır uzatmaz sağa sola sert müdahaleye devam eden bir
askerin silahını doğrultarak “Çek elini ve hazır ol” uyarısıyla korku düştü
yüreğime. Doğruldum ve bir adım geri
çekildim, tam hazır ol vaziyetine geçecektim ki yine aynı asker tarafından çok
daha sert ve kararlı “Oku lan istiklal marşını o.ç.” diyerek boğazıma süngüyü
dayaması bir oldu. Zorla tehditle hem de boğazıma dayanan süngünün zoruyla
gözyaşları içerisinde “Daha yüksek sesle, daha gür” uyarısıyla milli marşı
okudum. Ama ecel terleri döktüğümün farkında olmadan benim kutsalımın bana
zulüm aracı yapılmış olması anlaşılır
şey değildi…
Oysa içeri girmemin sebeplerinden bir
de İstiklal Marşı yerine komünist enternasyonal marşı okuyanlara karşı ateşli
silahla muamele etmem… Şu feleğin işine
bakın ki o dönemin solcu gençlerine biz ülkücü gençler olarak İstiklal Marşı’ nın
kavgasını verdiğimiz halde, uğruna canı cananı bile vermeye hazır
olduğumuz milli değerlerimizin başında yer alan milli marşımızı bize zorla
dayatanlara karşı ne düşünsek nasıl
davransak bilemedim. Ancak şunu öğrenmiş oldum;
Biz değişik kampta ki
gençler olarak emperyalizmin öyle
oyununa gelmişiz ki, biz bizden
olmayanları komünist, vatan haini veya
kokmaz bulaşmaz sürüler olarak görme alışkanlığı edindirilmişiz de, bizden
başkalarının vatanperver olamayacaklarına olan fikirlere inandırılmışız. Bu
anlamdaki anlayışı bir başka
şekilde günümüz de sürdürenler
halen mevcuttur.
Ülkenin gerçek sahipleri nezdin de bizlerin fasa fiso olduğunu o
günden itibaren öğrenmiş oldum. Empati
kültürü ve hoşgörü yerleşik hayata inatla geçirilmezse bizler değilse de
gelecek kuşaklar daha çok kavgalı gürültülü olacaktır.
Askerin düşman karargâhına saldırır
gibi sağa sola ateş ederek müdahalesinin sebebini bilahare öğrendik. Ranzasına
misafir olarak oturduğum ikililerden Necdet ve sporda karşı takım tarafı olan
Atilla’nın girmiş oldukları bahis “gırtlak” la ilgiliymiş. Elini gırtlağına
götürerek kesecekmiş gibi işaret etmesi, daha önceden yan koğuşta
yatan, ülkücü bir gencin ölümüne neden olan sol görüşlü birinin ortadan
kaldırılması için bir işaretmiş. Taraf
olduğu takım yenilince durumdan vaziyet çıkararak, gizli yerde saklı zulayı
alıp doğru bahçeye, oradan da iki metrelik duvardan tırmanıp karşı koğuşa geçen
Necdet, hedeflediği kişiye beş on şiş vurduktan sonra tekrar kendi koğuşuna
döner.
Biz tamamen habersiziz. Ta ki asker
koğuşa saldırana kadar.
İşte o dönem için hayatımızdan bir
kesit ….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder