30 Mayıs 2017 Salı

AHMET ER (EN SON MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ ÜYESİ) AĞABEYİN ARDINDAN, Eğitimci, Araştırmacı-Yazar: Sıddık DEMİR

AHMET ER AĞABEYİN ARDINDAN
    Sıddık DEMİR
Ülkücü camiadan birçok kişi ile bir şekilde, bir yerlerde yolları kesişmiştir. İçinde çıktığı halkının hep bir parçası olarak onlarla iç içe yaşamıştır. Siyaseten büyük görev üstlenmesine rağmen, üstlendiği işe uyumlu tavrı veya yaşama şekli halkı nezdinde takdire şayan görülmüş ve sevilmiştir.
Tek kusuru, rahmetli MENDERES’e karşı darbe yapan konseyin içinde bulunması halidir. Belki de bu hal kendi elinde olmadan kaderin sürüklediği bir mecburiyettir. Yüzbaşı rütbesi ile darbecilerin konseyinde merhum Albay TÜRKEŞ ile beraber yer almıştır. 38 kişiden oluşan darbe konseyi kendi içinde yapılan bir baskınla AHMET ER ağabeyinde içinde bulunduğu 14’dü zorunlu olarak yurtdışına sürülmüştür.
Ahmet ağabey de Libya’da ikamete mecbur edilir. Cemal Madanoğlu ekibinin iktidarı İnönü’ye teslimi arafesin de sürgünde ki 14’ lerin yurda girişine ancak müsaade edilir. 21 Şubat Talay AYDEMİR  kalkışmasının ardından demokratik mücadele yapmak için CKMP de merhum TÜRKEŞ ile beraber siyasete girerek. O günden sonra hep bu doğrultuda mücadelesini sürdürmüştür. Doğru ve dobra siyaseti, en yakını olan TÜRKEŞ’i dahi birçok yanlış yapmakta korumuştur. MHP içinde hatırı sayılır bir yeri olduğu için lidere dahi ön ismi olan “ALPASLAN” diye hitap edermiş.
Kendisiyle Akhisar Sünnetçiler köyündeki evinde uzun uzun bu mevzular üzerine konuşmuşluğumuz vardır. Çok daha yakınında olan Selçuk ÖZDAG kardeşimiz onun bu konularda samimiyetini çok daha iyi bilir. SELÇUK Bey ile beraber evinde ziyaretindeyken hemen yanı başımızda zuhur eden bir orman yangını teşebbüsünü de hep beraber büyük bir afete sebebiyet vermeden söndürmüşüzdür.
Hatıratını yazdığı kitap bir dönemin daha iyi anlaşılmasına kapı aralamıştır. Velakin “Mezara kadar” mantığıyla bilinen sırlarının önemli bir kısmını yazmaktan imtina ettiği bilinir. Devlet adamlığı veya delikanlılık kültürü gereği genelde bildik olanları tekrar etse de satır aralığında bazen mahrem bilgileri elinde olmayan nedenle beyan ederdi.
Libya da bulunduğu dönemde Elçiliğe uzak bir yerde ikamet eden yaşlı bir gönül adamından sitayişle bahsedildiğini duyunca bu faninin ellerinden öpmek ve duasını almak maksadıyla ayağına kadar gider. Uzun bir yoldan sonra bu ihtiyar adamın huzuruna varılır. Ahmet ağabey hiç tereddütsüz öpmek için eline çöker ama ihtiyar gelenlerin TÜRK Elçiliğinden olduğunu öğrenince kendisi de eline çökenin elini öpmek için karşılıklı birbirlerini denkledikleri görülür. Derken bu hengamede her ikisi de birbirinin elini öper. Ancak ihtiyar;  “Kim daha karlı evladım” deyince Ahmet ağabey, “ Bir aksakalın, bir gönül Adamının, bir nur yüzlü Velinin elini öpen ben karlıyım” deyince ihtiyar Adam; “Hayır evladım Ahmet hayır. Sen şu çölde yaşayan âmâ ihtiyar bir Bedevinin elini öptün. Oysa ben senin şahsında bütün Türk Milletinin, koca Osmanlının elinin öptüm. Onun için ben çok daha şanslıyım evladım” dediğini hatıratında da yazar.
         İlaveten bizzat kendisinden dinlediğim başka hatıralarda vardır.
         Bir televizyon programında Alevilerle ilgili oturuma ülkemizdeki bazı Alevi kanaat önderleri iştirak eder. Ahmet Er ağabeyi de Manisa da gelerek katılır. Katılımcıların tamamı Alevi Dedesi ünvanına sahiptir. Ahmet ağabey de Alevi-Bektaşi olmasına rağmen toplantıdaki diğer katılımcıların sert tepkilerine maruz kalır. Reklam arasında, çay molasında kendisine çok sert tavır koyan Dedenin biri Ahmet ağabeye yaklaşarak, Manisalı olduğunu anlayınca “Size Manisa’dan çok değer verdiğim birini soracağım, bilmem tanır mısınız? Sorusuna ilaveten “Bu kişinin adı Ahmet soyadı Er’dir” deyince Ahmet ağabey “Allah hayrını versin, bahsettiğin kişi şu an karşınızda yani benim” deyince muhatabı olan Dede, iki elini de havaya kaldırarak yanına doğru kucaklamak için yaklaşırken ağzından “Vallahi ben almadım, bana para henüz verilmedi” sözleri itiraf gibi dilinden döküldüğünü bir sohbetinde söylemiştir. Tekrar oturuma geçildiğinde önceleri sürekli konuşmasını kesen diğer Dedeler süt dökmüş kedi gibi sözü kesilmeden gayet saygıyla dinlendiğini söylerdi.
MHP siyasetinin uzun dönem mutfağında bulunmuştur. Bu sadakati merhum Yazıcıoğlu’nun ayrılışına kadar sürmüştür. Muhsin Beyin siyasi macerasında merhum Abdurrahim Karakoç ağabeyle onu yalnız bırakmamışlardır. Adeta Büyük Birlik Partisinin ombustmanı durumunda olmuşlardır.
Rahmetli Gün SAZAK’ın parlemanto dışında Bakan olmasında Vecihi Öğütçüoğlu ile beraber çok emeği olmuştur. Merhum GÜN Beyin bir piknik dönüşü evinin önünde çapraz ateşle şehit edilmesine müteakip bütün MHP ve Ülkücü camia infiale gelerek Ankara’ya ulaşırlar. Cenaze morgtan alınıp MHP Genel Merkezine on binlerin omuzunda getirilir. Büyük bir sessizlik hakim ve yazın sıcağında iştirakçilerin burunlarını sıksan canları çıkacak gibiler. İsterler ki Genel Başkanlarının bir an önce Genel Merkez binasından aşağıya insin ve cenaze namazı kılınmak için Hacı Bayrama varılsın. Ama BAŞBUĞ bir türlü aşağıya inmez. Parti kurmaylarından Agah OKTAY Bey Ahmet ER ağabeyin kulağına eğilerek “Ağabey BAŞBUĞ’u ancak sen uyarabilirsin. Yukarı bir çıksan da şu gençler, şu sarı sıcakta daha fazla bekleyerek bir de böyle işkenceye tabii olmasalar” uyarısı üzerine yukarı çıkar. Bakar ki rahmetli Türkeş hiçte önemli olmayan bir bahane ile yanındaki terzisiyle meşkul. Gür bir sesle “Alparslan, aşağıda ki cenaze senin dava arkadaşın, eski Bakanın.  On birlerce genç şu sıcakta seni bekliyor. Sen se bu şekilde hiçbir şey olmamış gibi veya sıradan bir cenazeymiş gibi bir hal içindesin” uyarısına “Tamam Ahmet, haydi çıkalım” cevabı üzerine Genel Merkez binasından cenaze başına inilerek korteje dahil olunur.
Kendisinin kamil bir Müslüman olduğuna dair şehadet etmeyenleri tanıyanları nezdinde yok gibi sayılır. Metafizik ürpertileri onu daha da kamilleştirmiştir. Bildik bir asker zihniyetinin esamesi onda görülmez. İzmir de Bergamalı Hasan Baba ile mesaisinin yanında Ankara Mamak da ikamet eden Malatya Pötürge kökenli Ahmet KAYHAN hazretleri ile de manayı yaşama noktasında ilişkisi olduğuna yakın çevresi ve bizler şehadet ederiz. Rahmetli Yazıcıoğlu ile beraber Ahmet KAYHAN hazretlerini her Ankara’ya geldiğinde mutlaka ziyaret ederek manevi sofrasında istifade ederdi.
Bir telefon konuşmamız da; KAYHAN Dede’yi görmek için Mamak’taki evine vararak kapıyı çaldığını ve bakıcısı hanımın “Hasta… Ziyaretçi kabul edilmiyor” uyarısına rağmen Ahmet ağabey,  hiç duymamış gibi kapıyı iterek yanına varması üzerine KAYHAN Dede’nin “Ben o Muhsin’e gücendim Ahmet. Sana da hasta denmesine rağmen dinlemeyip geldin. Oysa senin önün sıra o da gelmiş. Hasta olduğum söylenince gerisin geri dönmüş. Halbuki O’da senin gibi kapıyı açanın söylemini dikkate almadan içeri girebilirdi” ifadesini Ahmet agabey şahsıma beyan etmiştir.
Selçuklu Vakfı olarak birden çok kitabını vakıf adına çıkararak geniş kitlelere ulaştırma nasip oldu. “Hayat ve Hatıratım” adını verdiği kitabını bütün basım aşamasında bizzat ilgilenerek gerek son dönem siyasi hayatımızın gerekse müellifi Ahmet ER ağabeyin ihya olmasına vesile olabildiğimizi zannediyorum.
            Böyle bir mübarek günde toprağa düşmesi kamil bir Müslüman için bir ödül olmalıdır.  Ahmet ER ağabeyimiz de ruhunu teslim ettiği şu günlerin manasına uygunluğunun şifresini vermiştir zaten. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. 

25 Mayıs 2017 Perşembe

"ATATÜRK YİNE GÜNDEMDE" Eğitimci, Gazeteci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık Demir

ATATÜRK YİNE GÜNDEMDE
Sıddık Demir
            Süleyman YEŞİLYURT ve Mustafa ARMAĞAN ismiyle bilinen kişiler Türk fikir hayatına yönelik çok önemli çalışmaları olan aydınlardır. Kamuoyu kendilerini iyi birer araştırmacı olarak tanıdılar ve sevdiler. Yanlış anlaşılmaya müsait bir konu da bu kişilerin art niyetlilerin saldırıları karşısında panikledikleri de görüldü.
            Bu şahısların söz konusu alanda uzmanlıklarını bilenler ya sustular veya halen kem küm etmeye devam etmektedirler. Susanların vebalinin büyük olduğuna inanılır. Onlar susunca ömründe bu konularla ilgili hiç kitap okumayan görsel medya sunucularının zavallıca saldırılarıyla kamuoyu oluşturulmaya başlandı. İster istemez devlet refleksi de bu aydınların aleyhinde olduğu görüldü. Susması gerekenlerin konuşması, konuşması gerekenlerin susmayı tercih etmesi anormal bir durumdur. Bu tavrın ne aydınlara ne ülkeye ne de kurucu liderimiz olan Atatürk’e bir faydası olur.
            Tarih bir ilim dalıdır. İlim adamları ise özellikle topluma mal olmuş olayların ve liderlerin ayrıntılarını ve özel hayatlarını dâhil her türlü eylemlerini didik didik ederler. Tarihin konusu budur. Bir liderin özeli olamaz. Topluma mal olmuşsa eğer onun korunmaya da ihtiyacı yok demektir. Hakaret, iftira, küfür olmadığı müddetçe her türlü malzeme kullanılarak tespitler yapılır. Tarih budur, ilmi çalışmalar böyle olur, başka türlü nasıl olunur. Ancak totaliter yapılarda benzeri tepkiler acımasızca seyreder.
            Murat BARDAKÇI ve Mustafa  ARMAĞAN  akademik sıfat taşımadıkları halde kendi alanlarında en yüksek payesi olan akademisyenlerden ilmi ve araştırmacı vukufu daha yüksek zatlardır. Süleyman YEŞİLYURT ise alanında onlarca çalışması olan irfan hayatımızın değerli bir mümessilidir. O günün şartlarında tek adam özelliğiyle haklı bir konumda olan Atatürk’ün çok özel istek ve arzularının kamufle edilerek giderilmesinin doğal görülmesinin yanlışlığı olmadığı halde, her akşam çilingir sofralarının kurulmasıyla alınan zevklerin dışında mahremi zevklerinin de olmaması izah edilemez.
            Sağlıklı bir insan alkole düşkünlüğü kadar yemeğe, gezmeye ve karşı cinse de ihtiyaç hisseder. Hassasiyeti olanlar bu işlerden bazılarını aleni yaptığı halde bazılarına aleniyet kazandırmaz.  Bu tavrın çeşitli saiklerle kendilerine göre bir nedeni mutlaka vardır. Üstelik ATATÜRK  gibi bir lider. Lider olduğu içinde bazı şeylerine aleniyet kazandırmaz. İddia edilen konuda söz konusu aydınlarımız ilim adamlığına yakışır tespitler ortaya koymuşlardır.
            Atatürk’ün bir erkek haricinde en az sekiz tane manevi kızı olduğu biliniyor.
Biyolojik olarak bir bağı yoksa hiçbir kadın bir erkeğin kızı veya hiçbir erkek bir kadının oğlu olamaz. Mahremlik nedir ne değildir ATATÜRK bunu en az söz konusu aydınlarımız kadar bilir. Mesela manevi kızı olarak bir Bülent Hanım vardır ki görenleri bir daha baktıracak kadar güzel bir kızdır. Bu da Ata’nın manevi kızıdır. Bülent, Ertuğrul yatı kaptanının kız kardeşidir. Atatürk’ün bu manevi kızla çok yakından ilgilendiğini uşağı Cemal Efendi hatıratında beyan eder. Bu Hanımın saray dışında bir başkasıyla adının anılması köşkle ilişkisinin kesilmesine vesile olur. Şimdi şu akla gelmez mi; ATATÜRK kızını korumak için mi saraydan kovmuştur. Yoksa saraydan kovulmasının sebebi ne ola ki.
İşte Tarih bunu sorar. Altında çapanoğlu çıksa da…
            Bir diğer manevi kızı Amasyalı Zehra’dır. Ankara’ya dönmemek için sürekli tahsil hayatını uzatmasına karşı “Dönebilirsin” emri üzerine yanında Atatürk’ün en yakın arkadaşı Fethi OKYAR ile beraber yurda dönerken Londra treninden kendini atarak intihar eder.  Zehra’nın intihar sebebini elbette ucu nereye çıkarsa çıksın tarihçiler araştıracaktır. 
            İlim adamlığı metodu budur. Neden ve niçin leri araştırarak olayları aydınlatır. Saatte hızı yüz yirmi kilometre ile giden trenden genç ve güzel, bir o kadar da dünyayı tanıyan, mükemmel bir yabancı dil ve daha önemlisi Ortadoğu’nun Efendisi bir milletin Ata’sının manevi kızı olarak bilinen bir Hanım, neden bu sonuca kendini reva görür.
            Mustafa ARMAĞAN ve Süleyman YEŞİLYURT bu nedenleri araştırmaya memur adaylardır. “Vurun abalıya” diyen çapsız çapsız insanlarla muhatap olmak ne onlara ne de Atatürk’ümüze bir fayda vermediği gibi zulme de dönüşebilir.
            Şunu demek istiyorum;
            Bütün bunlar olabilecek şeylerdir. İtibar kaybettirmek adına gündeme almak ne kadar yanlışsa, efendim o bir melekti, sinirleri duyguları dumura uğratılmış insanüstü bir varlık olduğu için bunu yapmazdı gibi tarzlar da yanlıştır. Devlet ricalinde hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir. Herkes rolünü doğru oynamışsa, hiçbir mağduriyet de olmamışsa bazı uygulamaların kamuya yansıması etik olarak uygun düşmez. Yeri ve zamanı geldiği zaman tarih yazılır, tıpkı zamanımızda olduğu gibi.
            Burada bir ihanet, bir saygısızlık aranmaz, eğer yasalarla korunmuş bir obje, bir tabu yoksa. Varsa bir saygısızlık, varsa bir ihanet, o da tarihe karşı yapılmış olur ki onu da yerli yerine bütün çıplaklığıyla oturtacak yine tarihtir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Olaylara uhuletle ve suhuletle yaklaşacağımız bir demokratik ortamın zuhuruna dair inancımızı korumamız ümidiyle.

11 Mayıs 2017 Perşembe

"ŞİMDİ DAHA RAHAT KONUŞABİLİRİZ", Gazeteci, Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık Demir

ŞİMDİ DAHA RAHAT KONUŞABİLİRİZ
Sıddık Demir
            Bir referandum daha geldi geçti. İktidar Partisinin oluşturduğu “Evetci Cephe” galip geldi. Açık fark olmaması uyarıcı mesajların olmasına yorumlandı. Bundan böyle yeni sistemin muhatabı olacak kanunların hazırlanmasına geçilecek. Milli Cephenin teknik adamları umulur ki milletin tamamının endişelerini giderici demokratik prensipler oluştururlar.
            18 ana madde ile değişiklik önerisinde bizim de kafamıza takılan iki madde çok sıkıntılı gibi geldi. Vekillik yaşının 18’e indirilmesi olayı ile Vekillik sayısının 600’e çıkarılma durumunu referandumdan önce hep işlemek istemiştim velakin seçimin sıhhati konusunda vicdanımız elvermedi. İş işten geçtikten sonra da olsa bu iki konuya değinmeden edemezdim.
            İktidar cephesi teorisyenlerinin bile bu konuda çok zayıf kaldıkları referandum sürecinde kendini gösterdi. Gerekçesini ifade etmekten zorlandıkları hep görülmüştür. İkna edici mantıktan yoksun söylemler ile işi geçiştirmişlerdir. Seçme ve seçilme yaşı 25’den daha yukarı çekilmesi gerekirken, 18’e indirilmesinin hiçbir mantığı yoktur. Meselenin vitrine yönelik algısı bile saçmadır.
            Olgunlaşmamış bir ferdin hiçbir donanım edinemeden henüz seçilme şansının mümkün olmasının hayal olduğu bir yaşın muhatapları ile neden alay edilmekte ısrarcı olunmuştur anlamak bile mümkün değil. “Efendim bu yaşın gençleri şehit olabiliyorlarsa seçilme hakları da olmalı” gerekçesi önemli bir argumanmış gibi savunulurken seçmenin ezici çoğunluğu ikna olmaktan zorlanmıştır.
            Seçilme yaşının 18’e indirilmesi ile 16’a indirilmesi arasında da bir fark yoktur bu mantığa göre. Büyük bir milletin parlamentosu çoluk çocuktan oluşamaz. Bu türden bir kanun maddesinin mucitleri, henüz lise son sınıfta, aklı tepesinin üstünde gezen, ayakları yerden kesilmiş, dünyayı tozpembe gören ve bir çay parasına dahi bağımlı olan kendi çocuklarından oluşan seçilmişlerin bulunduğu bir parlamentoyu nasıl tahayyül ederler acaba.
            “Efendim bu yaş semboliktir, olduğundan veya olacağından değil” gibi söylemlerin yer edindiği doğruysa kii doğru olmalıdır, öyleyse neden bu konu aciliyetle gündeme alındı. Neden muhalefete koz verildi. Bu konu nasıl bir memleket meselesi oldu anlamak mümkün değil.
Bir başka mantığı zayıf olan konu ise vekil sayısının 600’e çıkarılmasıdır. Hali hazırda Vekil sayısının bile fazla bulunduğu parlamentoda gönül isterdi ki önemli bir oranda aşağıya çekilsin. Örneğin; 550 olan milletvekili sayısı 450’ye çekilmiş olsaydı referandum sonuçları da o oranda değişebilirdi. Her bir Vekilin giydirilmiş imkanları ile beraber bu Millete maliyeti oldukça yüksektir. Neden tasarruflara riayet edilmedi. Böyle keyfiyet olmamalıydı. Bu konuda bir zorunluluğun olması ihtimaller dışıdır.
Koskoca ABD’de dahi 435 vekilden bahsedilirken, refah seviyesi bizden çok yüksek Batı Devletlerinin seçilmiş vekil sayıları hep örnek gösterildi. Millet bu iki maddeye sonucu itibariyle takılarak sandığa gitti. Bir vatandaş olarak bu iki maddeden ısrar edilmesine hiçbir anlam veremedi.
Milletin sağduyusu sandığa daha fazla yansıması beklenirken neredeyse başa baş bir sonuç çıkmıştır. Umulur ki, iktidarıyla muhalefetiyle bu mesaj alınmıştır. Bize göre muhalefet yani hayır cephesi bu referandumun galibidir. Evetciler ile başa baş kalınması kendileri açısından önemlidir ve fevkalade başarılı görülmelidir.
Devleti yönetenlerin bu anlamda israfa çanak tutmaları oyların kerhen gitmesine vesile olmuştur. Oysa gönül isterdi ki “Evet- Hayır” oranı en az bugün ki sonucun on puan üzerinde olmalıydı. Yüzde 52’lik milli cephe mensupları için bu sonuç bize göre galibiyet değil mağlubiyet olmalıdır. Öyle görülmeli ve öyle de değerlendirilmelidir.
Sayılı günler tez geçer.
Yeni sistemin uygulanacağı 2019 tarihi göz açıp kapanıncaya kadar gelir.
Vatandaşın arzu ettiği önemli meselelerin halline yönelik samimi çalışmaların ameline önem verilmezse bugün ki referandumun neticesi tam tersine zuhur edilebilir. Yapılan hatalar netice itibariyle gayri milli cepheyi iktidar yapabilir. Görüldüğü üzere keskin hayırcıların bile bu sonuca göre iştahları kabarmıştır. Parlamenter sisteme göre iktidar olma şansının daha fazla olma ümidi artmıştır. Açıktan nedamet duymasalar da…
Neden olmasın…
Hiç kimse vazgeçilmez değildir.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

"KERKÜK- MUSUL ÜZERİNE", Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık DEMİR

KERKÜK- MUSUL ÜZERİNE
Sıddık Demir
            Ne zaman bu iki kutlu belde üzerinde kötü niyetli bir değişik yapılanma niyeti veya işareti olur, o zaman bu Millet infiale uğrar. Haklı olarak endişelenir.  Bizim bir Kerkük- Musul davamız hep olmuştur ve olacaktır da.
            Yer altı zenginliğinden ötürü Cihanın gözü üzerinde olan bu beldelerin sınırlarımız içinde tahayyül edilmesi şimdilik hayaldir. Bugün için bu beldeler sıkıntıya düşmüşse bu zenginliğinin başına bela olmasından kaynaklanır. Yakın zamanda Kerkük nüfusunun yapısının değişmesini fırsat bilen Kuzey Irak yönetimi kendi bayraklarını bu beldenin surlarına asarak nabız yoklamak istemiş. Başta Türkiye ve diğer bazı Ülkeler, bu durumun oldubittiye getirilemeyecek kadar önemli olduğu hususunu işin aktörlerine bir şekilde ilettiler.
            Benzeri oldubittiler bu kentlerin tarihinde çok olmuştur. Irak Merkezi Hükümetler, özellikle de Saddam Irak’ın da bu bölgenin demoğratif yapısı ile çok uğraşılmıştır. Şehrin tabii sahibi olan Türkmen nüfusu bir şekilde bunaltılarak yerlerine Arapların iskânı uzun bir dönem devam etmiş olup bu bunaltma siyasetinin diğer ayağı da Kürt’ler dir. Kürt nüfusta Türkmenler gibi olmasa da daha kuzeye kaydırılma serüveninin muhatabı olduklarını söylemek kadirşinaslıktır.
            Baas Partisi Arap Milliyetçiliği gereği nüfusun doğal yapısını bir devlet politikası olarak değiştirmeyi görev bildiği için ne Türkmen’ler ne de Kürt’ler Kerkük’te uzun dönem huzur bulamamışlardır. Hatta Türkmen ileri gelen aydınların zamanla çok büyük zulümler altında işkencelere tabii tutulup ve Saddam’ın zindanlarında şehadet mertebesine ulaşanları da çok olmuştur.
            Gücü ele geçirenin diğerini yok kabul etmesinden kaynaklanan bu zihniyetin sanki varisleri varmış gibi bir tavır tam da böyle hassas dönemde ortaya çıkmaktadır. İşte bunun son örneği;  Kürtlerin Kerkük’e sahiplenmesine gözü kara bir anlayışla dokunuşlarının sebebi budur. Asli unsur olarak Türkmen, Arap ve Kürt’ler nüfusun yapısını değiştirmeden beraber, kardeşçe yaşamayı kendi adlarına son derece zor bir vakıaymış gibi görmeleri sıkıntının temelini oluşturuyor.  Kardeşlik hukukunu geliştirerek bölgenin nimetlerini hak ve adalet üzere paylaşmayı bir türlü beceremiyorlar. Kavga büyüyünce hemen yanı başında bekleyen kan emiciler bu nimetlerin üstüne atlayarak sömürü düzenlerini devam ettiriyorlar. Ve bu kurulan düzen belli dönem yerel nüfusun kaderi oluyor.
            Diğer taraftan, yıllar var ki bu beldeler üzerinde son derece duyarlı olan Türk Milliyetçileri veya etkin oldukları Türk Hükümetleri, benzeri oldubitti olayında milli reflekslerini güçleri oranında gösterirler. Türk Hükümetleri bazen buradaki olayları kulak ardı ederek, özellikle Türkmenlere yönelik adaletsiz uygulamaları görmemezlikten gelmiştir. Saddam’ın zulmü karşısında çoğu zaman sesini gereği kadar çıkartamamıştır.
            Türk Milliyetçileri, Türk Aydınları kendi devletlerinin sorumsuzluklarını hemen her platformda dillendirmiştir. Velakin devlet aklı bu deyip geçiştirilmiştir. Şimdi o coğrafyada tekrar sıkıntılar var. Irak önceki Irak değil. Otorite boşluğunun yanında gücü de dün ki gibi değil. Yerel devlet görünümü arz eden Kuzey Irak Kürt yönetimi bu Kent üzerinde hayati karar almayı düşünmüş olmalı ki son bayrak olayında olduğu gibi peşrev çekerek denemelerde bulunuyor.
            Türkiye de dünkü Türkiye değil. Artık tuttuğunu koparacak güçtedir. Henüz Kerkük- Musul üzerinde böyle bir şeyin hayalden öteye geçmeyeceğini de bilir. Velakin her oyun kurucu devlet kadar oyun kurma kabiliyeti bu beldelerde mümkün görünüyor. Yapacağı şey en başta nüfusun demogratif yapısını muhafaza etmek. Türkmenlerin yanında diğer nüfusun hak ve özgürlükler açısında adil bir nizamın oluşumunu takip ederek merkezi hükümeti kontrolde tutmak. Özellikle Türkmenlerin güvencesi olmak gibi baskıları Bağdat hükümetine hissettirmek vazgeçilmezi olmalıdır.
            Şayet merkezi hükümet üzerinde netice alınmazsa Kuzey Irak yönetimiyle bu konuda ittifak kurup Arap’ları da ikna ederek, görünüşte Kuzey Irak sınırları içinde gösterilen bir Kerkük’ü düşünelim. Türkmenlerin son yarım asırdır çektikleri sıkıntılar nasıl son bulur. Kuzey Irak Kürt yönetimi halde olduğu gibi gelecek zamanlarda da yönü hep batıdır. İlk kapı Türkiye, olmazsa olmaz, hayati bir damar dır. Kaderlerini yüce Yaradan Türkiye ye muhtaç yaratmıştır. Türkiyesiz veya Türk’ süz Kürt olmaz. Huzur ve saadeti Türk Milleti ile barışık haldeyken yaşamaya programlanmış Rabbani bir cilvedir onlar için.
            Nankör olmadıkları müddetçe iç içe girmiş bu iki halkın geleceği ve huzuru bu şuura ermekle mümkün. Hal böyle iken Kerkük’e Kürt bayrağının çekilmesi ile Irak bayrağı çekilmesi arasındaki pozitif farkı düşünerek hesaplar yapmanın Türkmenlere ne zararı olur. Gönül ister ki bütün Kuzey Irak dâhil Kerkük- Musul misakı milli sınırları içinde olsun.  Şimdilik bunun bir maceradan öte olmayacağı düşüncesi yerine geçici tedbirler, en azında düşünce bazında geliştirmenin faydası görülecektir. Şeytanın tam da gör dediği nokta…
            Bendeniz, Şii Irak bayrağı altında bir Kerkük yerine Sünni Kuzey Irak bayrağı altında stratejik hesaplı bir Kerkük görmeyi yeğlerim.