7 Aralık 2015 Pazartesi

Başkan Muhsin Yazıcıoğlu; "SAMİMİ BİR GÖNÜL ADAMI" - Sıddık DEMİR

SAMİMİ BİR GÖNÜL ADAMI
                                                                                                       Sıddık DEMİR
Tad’lar ve Yad’lar dersadete kona gelir.
Ya sedaret ya vezaret uma gelir.
Oğuzlar ise Han’ı görmeye gelir.
Ya malın ya canın vermeye gelir.
Y. Sultan Selim

            Kuruluşunda alın teri olmayan “Tad ve Yad” lar, ortaya çıkan oluşum da hiç te  hak etmedikleri halde mal ve idari görev almak isterler.Ve ekseriyetle muvaffak olurlar. Alın teri akıtan insanlar, fitri özelliklerinden dolayı yönetme ve mal edinme hırsı “Tad ve Yad”lar kadar nimet olarak takdir edilemediğinden kurdukları oluşumların yönetimini veya nimetlerini bir tepki içinde adeta sunarlar.Bu şekilde iktidar olan “Tad ve Yad”lar iktidarlarının ömrünü uzatmak için  zamanla zulümlere varan uyğulamalara başvurur. Hatta  asli unsurun ne oluyor demesine  kalmadan onların sert tedbirleri karşısında belleri kırılır. Netice itibariyle kendi işlerine kapanır ve diş gıcırdatmaları, karın sancıları şiddetini arttırarak devam eder. Hemen her alan da sindirime  tutulan mevziler iktidarlarının  gücüyle varlığını korur.
            Hünkar Yavuz Sultan Selim’in şiirinde ifadesini bulan, bir bakışla yüksek asalet, bir bakışla ise büyük zafiyet olan duruş Türk milletinin kronik problemi olmuştur hep. “Bahtı kara maderini” kurtardıktan sonra yönetme kabiliyetini hemen her katmanda hakkıyla yerine getiremeyen ana kütle, bu alanda yapılanmayı “Tad ve Yad’lara bırakmanın sıkıntısını  iliklerine kadar hissetmelerine rağmen, tarihi sürekli tekerrür ettirme gibi kronik zaafiyetine karşı tetbir almayı hep savsaklamışdır.
            “Tad ve Yad”lar devlet olduktan sonra kendi hakimiyetlerini sürdürebilmeleri için her türlü tedbire başvururlar. Gerekirse zor kullanırlar. Kendi kimlikleriyle ortaya çıkamadıkları için dikte ettikleri tarz bir kesim de taraf ta bulur. Hakimiyetlerinin devamı yönünde engel gördükleri bilim adamları, siyasetçi, bürokrat demeden bir şekilde ortadan kaldırarak geniş kesimlere korku salarlar.
            Müslümanların İktidarı;
            Hz.Peygamber bir savaş sonrasında ganimet dağıtırken bedevinin biri yüksek sesle “Haksızlık yapıyorsun.” diye uyarır. Bu hitap tarzının saygısızca olduğunun farkındalığı dikkate alınmamak üzereyken aynı kişiden tekrar aynı hitap duyulur. Hz. Peygamber “Ben Allah’ın Resülüyüm. Haksızlık yapmıyorum. Haksızlık yapıldığını da nereden çıkardınız.” cevabı üzere sözkonusu  olan zat  benzeri kelimeler kullanarak meclis dışına yönelir.
            Peygamber üzülmüştür. Dilinden ve görüntüsünden bunu belli eder. Olaya şahit olan sahabeden biri: “Efendim istersen bu saygısız kişinin haddini bildireyim.” diyerek kılıcını çeker. Peygamber: “Hayır kardeşim, ben ‘Peygamber müslümanları öldürtüyor’ dedirtmem.” der.
            Erbakan-Çiller hükümetinin kuruluş aşamasında Muhsin bey ve arkadaşlarının desteği olmadan hükümet olunamayacağı için sıkı görüşmeler esnasında Tansu Hanım, Muhsin beylerin desteğine inandığı halde, Erbakan Hoca inanmaz.
            Endişesini gidermek için sayın Abdullah Gül, mecliste Muhsin beyin ekibi ile bizzat bir daha görüşür. Erbakan Hocanın kendi grubunda “Bunları iyi bilirim, bunlar müslümanların, iktidarına destek vermez.” dediğinden bizzat Muhsin bey ve arkadaşları haberdar olur.
            Ve Muhsin bey Peygamberi bir söylem ve Peygamberi bir endişeyle meclis kürsüsünde destek verdiğini deklere ederken “Biz hiç kimseye Muhsin Bey ve arkadaşları müslümanların iktidarını engelledi dedirtmeyiz.” sözüyle konuşmasını tamamlar. O an  Erbakan’ın yüzü görülmeye değermiydi bilemem…
Sıkıntımı Allah Biliyor
-Elbet Bir Çare-
            Rahmetli Muhsin beye genel merkez aylık giderlerin ödenmesi zamanının son günü olduğu sorumlu kişilerce beyan edilir. Genel merkez personel giderleri dışında zorunlu, mutad ödemelerin gecikirse bedelinin  daha fazla olacağı bilinmektedir.
            Ödenmesi gereken para onbeş bin lira ve kasada beş bin lira var. Aradaki açık tam olarak on bin lira…Sağa sola telefonlar edilir, imkansız bulunamaz.Yetkili kişiler, tekrar makama çıkarak çaresizliklerini beyan ederken merhum Muhsin Başkan gayet sakin bir şekilde onların  sözlerini keserek: “Arkadaşlar sıkıntımızı Allah bilmiyormu, niçin yes’e düşüyorsunuz sıkmayın canınızı, siz üzerinize düşeni yaptınız , gerisi O’na ait. Malı mülkü mü yok, isterse birini gönderir. Sabredin.” der. Arkadaşları bu teselliyle  huzurdan ayrılır.
            Muhsin Başkana muhabbeti olan bir iş adamı o gün iş yerine gelir. Hiç bir problemi yokken ruhsal anlamda kendini çok kötü hisseder. Ne kadar kendini işine verse de bir türlü vuzufa kavuşamaz. “Şöyle bir dışarı çıkayım, biraz temiz hava alıp bir iki arkadaşı ziyaret edeyim, belki iyi gelir.” diyerek kendini sokağa atar. BBP’nin yanından geçerken Murhum Başkanı görmek içinden gelir.Tam kapıdan içeri girerken “Gelmişken birazda yardım edeyim.” diyerek ayak üstü tedarik ettiği zarfın içine bir miktar para kor. Başkan yerindedir. Hoş beşten sonra zarf “Çam sakızı, çoban armağanı” denerek masaya konur.
Rahmetli Başkan zarfa elini sürmeden ilgili arkadaşını çağırır. Zarfın onlar tarafından açılmasını ister ve öylede olur. Zarfın içinden ihtiyaçları olan onbin lira çıkar. Muhsin Başkan: -“Demedim mi, her zaman bir çare olur. Çünkü çaresizlerin çaresi, çareyi bir şekilde yaratır. Yeterki vazifeni yap gerisini ona bırak. Biz seferle yükümlüyüz, zafer O’na ait.” der. 
Bilinmeyen mesaj:
          Kızılay’da Ziraat Bankası şubesi önünde içinde eşi olduğu halde şoförlüğünü kendisinin yaptığı arabayı durdurur. Hızla iner ve bankaya elinde telefonu olduğu halde girer. Tanıyan bir memura “Şu telefondaki mesajı oku gönderilen yer ile temas kur ve-cebindeki paranın tamamını çıkararak- şunu da havale ederek bana hemen bilgi ver” der ve davetli olduğu düğüne gider. Banka personeli olan memur mesajdaki telefona ulaşır. Karşısına Cerrahpaşa Hastahanesinde görevli hemşire bir hanım çıkar. Hastahane de aylardır hasta olarak yatan bir kimsesiz garibanın, kendisinden rica ettiği için  bu mesajı gönderdiği bilgisini alır ve adına havale yapılır.
            O bir gönül adamıydı:
            Siyasette başarı sağlayamadı. Çünkü dürüst bir insandı. Yakın arkadaşı İsmet Gür kendisine defalarca “Başkanım ya dürüstlüğü bırak yada siyaseti” dediğini kendiside gülerek anlatırdı bazı meclislerde. Ben inşallah dürüst siyasetçi olacağım derdi ki öyle de oldu. Devam edebilirmiydi… Bugünün şartlarında olmadı. “Yıldızları da süpürürler” sözünü   Shakespeare böyle vakalar için söylemişti herhalde.
             Tarihde Rahmetli Raşkanın acı sonu gibi sonlar çok olmuştur. Bir daha dönmemek üzere çok yıldızlar süpürülmüştür tarihin derinliklerine. Çoğu zaman “Tad’lar ve Yad’lar” tarafından, bazen de aynı kandan aynı candan insanlar tarafından… Rahmetli Başkanın Tad’lar ve Yad’lar tarafından tarhin derinliklerine tıpkı Merhum Menderes gibi süpürüldüğü şüphesi ortada dır.
            Özellikle Türk tarihinde buna benzer olaylar çoktur. Biri çok daha manidardır.
         II- Beyazit ile Cem Sultan’ın serüveni gibi. Devlet olan Beyazit  Sultan ile kardeşi Cem arasında geçen duygusallıklar. Devleti ebed müddet için verilen karar ve çaresizlik içinde esaret. II Beyazit, devletin düşmanları taradından esir edilmiş, kendisine karşı kullanılan kardeşi Cem Sultan’a şöyle seslenir;
            Koklama nadan elinde gül
            Al eline suseni
            Geçme namert köprüsünde
            Ko apartsın su seni; Çiçeklerin padişahı gülü düşman elinden koklamaktansa eline bir kırçiçeği alda onu kokla, düşmandan destek alarak padişah olmayı amaç ediniyorsan öyle yapmaktansa kendini suya ver öl git daha iyi demek ister. Cem Sultan ise;
            Nice kim gözlerim ol
            Gözleri fettan uyumaz
            Gerçek imiş bu mesel
            Fitne-i devran uyumaz; ifadesiyle cevap verir.
            Ne kadar uynaık olursan ol düşman daha uyanık olur. Bu hep gerçektir. Onun için fitne karşısında uyanık olmak lazımmış. Belli bir noktadan sonra istensede gidişatı durduramaz insan mealinde söyler.
            Nitekim Has Kul Mustafa efendi, ağabey Beyazit  tarafından Venediklerin merkezine kadar sokulur. İyi bir berber olduğundan Mustafa efendi Cem Sultanın özel güvenini kazanır. Berber Mustafa efendi iz bırakmadan hergün bıçağına sürdüğü baldıran zehiri ile Cem Sultanı tıraş ederek  yavaş yavaş öldürür. Yani berberi, celladı olur. Öyle bir cellad ki aman Allah’ım mükafatı çok büyüktür. Görevini başarılı bir şekilde yerine getiren Mustafa efendi kendi kanından canından birini öldürdüğü için bürokraside yıldızı parlar ve gün gelir Sadrazam olur. Mustafa efendi koca Mustafa Paşa olur. Halen İstanbulda adı bir semtle anılır durur.
            Kaderin cilvesi bu, bir şekilde yıldızlar böylece tarihin derinliklerine  süpürülür.                  
            -Milli birlik komitesi üyesi Ahmet Er ağabey, Mamak ta ikamet eden Ahmet KAYHAN hz.lerini ziyaret için kapısını çalar.Kapıyı açan kişi Hazretin hasta olduğunu söylemesine rağmen aldırış etmeden içeri dalar. Huzuruna varınca Ahmet  Kayhan dede “Ben Muhsine kırıldım. Senin önün sıra oda ziyaretime gelmiş, kapıyı açan evladımız hasta olduğumuzu söyleyince  gerisin geriye gitmiştirde ondan, oysa oda senin gibi davranarak görüşmeden gitmeyebilirdi”. dediğini söyler.
           -Ahmet ER agabeyin hasta olduğu Manisa –Akhisara  ziyaretine gitmek için, için de benimde bulunduğum bir minübise yedi kişiye ilaveten rahmetli Yazıcıoğluda  iştirak ettiler.Yol uzun zaman kısa fazla luzumsuz oyalanma olmadan yol üzeri ek ziyaretlerin kısa tutulması kararını kendisi açıkladı. Hatta yol üzeri mecburi ihtiyaçlar için bile pratik olmamız gerekiyordu. İkindi namazımızı eda etmek için durmadan önce kendisi bizzat seferi olduğumuzu, iki rekat dan sonra hemen arabadan yerimizi almamız gerektiğini bir daha açıkladı. Kendisi abdesli olduğu için arabamız durur durmaz hemen mescide yöneldi. Ben ve abdesti olmayan birkaç kişi süratle silahlanarak mescide girdik. Gecikmeli olarak mescide giren bizler dahi görevimizi tamamlayıp dışarı çıktığımız halde kendisi en sonuncu olarak cıkınca gözü ve kulağı kendisinin bu halini şaka yollu çekiştiren bizlere takılmış olmalı ki çok samimi bir şekilde “Ne yapayım arkadaşlar, sünneti dahi tarkedemiyorum,dayanamadığım için sizleri uyarmama rağmen ben yine de namazı sünneti ile beraber kılmak zorunda oldum”dediğine ve bu konuda samimiyetine hayran oldum.
            -Memleket sathını görevi gereği gezerken, mecburi protokollerden sonra o bölğenin sayğın insanlarını ziyaret ederek hayır dua almadan dönmeyi büyük bir noksanlık olarak nitelerdi. Onun bu özelliğini yakın uzak bilmeyen neredeyse yok gibidir.
            Parti faaliyetleri için Yozgata gidilir.Gerekli görevler yerine getirildikten sonra, Yozgatın ulu insanlarından Ahmet efendi hz.leri ni ziyaret etmek ister. Zaman birinci körfez hareketinin bittigi haftalara raslamaktadır. Ahmet efendi çok ilerlemiş yaşına rağmen sağlığı yerinde, ancak Profösör ünvanlı oğlu hizmetinde bulunmak maksadıyla sürekli yanında bulunmaktadır. Rammetli Muhsin başkan ve arkadaşları haberli olarak evine varırlar. Ancak Ahmet efendi bir Genel başkanın yanında vekilleriyle beraber kendisini ziyaret etmesine hiç önem vermezmişcesine, yatağında bir türlü doğrularak hoş geldiniz dahi demez. Bir ara kafasını hafifce kaldırarak “Namaz kılıyorlarmı, namaz” der ve kafasını tekrar yastığına kor.
            Muhsin başkan ve arkadaşları nı oğlu geçirmek için avluya çıkardığı an, içlerinden birinin samimi olarak tanıştığı Kırıkkaleli bir meczupun kapıdan içeri girdiği görülür. Meczupla önce den tanışmışlığı olan kişi  “Ne o deli, buradan ne işin var”  diye  meczup olarak bilinen kişiye laf atar.  Ziyaretcilerin hoşnut olmadan dışarı çıktığını anlayan meczup kişi “Olmaz öyle şey, peşim sıra gelin bakalım nasıl misafir karşılanırmış bir daha görelim” diyerek tekrar Muhsin başkan ve arkadaşlarını peşine takarak içeri girer. Deli denilen adam tekmeyle kapıya vurarak içeri “Kalk ulan Ahmet efendi, koskoca devletliler  ayağına kadar gelmişlerde sen böyle yatarsın haa, sen degilmiydin masum cocukların, kadınların, günahsız insanların zarar görmemesi için füzelerle mücadele ederek günler geçiren. Çok mübarek tasarruflarda bulundun.  Şu an mı hasta muamelesi yapılsın istiyorsun”dediği vakit Ahmet efendi kendisinden beklenmedik bir hızla parmağını ağzına götürerek “Sus lan deli sus da sırrımız ifşa olmasın” diyerek yatağında doğrulur ve amaç hasıl olur.
            Tekrar dışarı ziyaretçileri geçiren Profösör olan oğlu Muhsin başkan ve arkadaşlarına meczup görünen kişiyi tamamlar mahiyette “Başkanım normalde babamın elbisesini ay da bir olarak değiştiririm. Ama körfez savaşı süresince bazen hergün bazı hallerde iki günde bir değiştirmek mecburiyetinde kaldımda buna bir mana veremiyordum. Öyle ki değiştirdiğim elbiseleri normal olarak kirlenme yerine, petrol ve petrol ürünleriyle kirlenmiş görürde kendisine dahi soramazdım. Şu Allahın işine bakın ki sizler sayesinde bende bu sırrı öğrenmiş oldum”diyerek Muhsin başkanı uğurlar.                                                                       
***                                        
-Bir kar tanesi olsam Mekke’ye düşerdim.-Musin Yazıcıoğlu
-Yiğidi gül ağlatır gam öldürür- Ömer Lütfü Mete
-Millete çevrilen namluya selam durmam-Muhsin Yazıcıoğlu
-Anlarsa uzağım yakındadır, anlamazsa yakınım uzağımdır.—İsmail Fakirullah
-Bazen yıldızlarda süpürülürler. – William Shakespeare

KIRILAN GÜLLER; Eğitimci - Yazar, Sıddık DEMİR

KIRILAN GÜLLER
                                                          Sıddık DEMİR
             Hani şu Rızgarlı Osman Ağa hikâyesi var ya; Osman Ağa’nın üç oğlu vardır. Her bir savaş için padişahın selamıyla bir oğlunu asker verir. Ne yazık ki akabinde çocuklarının şahadet haberini alır. Yine öyle bir savaş için üçüncü oğlunu askere almaya gelenlere; “Söyleyin padişaha benim sülbüme güvenerek ona buna savaş açmasın, çünkü gayri verecek evlat kalmadı.”der.
            Fahrettin Paşa’nın Yemen müdafaasını bilmeyen yoktur. İmparatorluğun kolu_kanadı budanırken, direnenlerden biride bu paşadır. Devletin 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle yenik sayıldığı, dolayısıyla ordularının terhis edildiği talihsiz bir dönemde dahi 1916 dan 1919 yılına kadar, merkezi otoritenin emrine karşı bile direnerek Medine’yi savunduğu bilinmektedir. Denilir ki silah bırakıp teslim olun emrini getiren subayı gözaltına aldırarak haberin yayılmasını engellemiştir. Emrindeki subayların olayı öğrenerek kendisine başkaldırması üzerine, silahını ve sancağını Ravza-ı mutahhara da ancak Resul’üne teslim etmiştir. Böylece tam 400 yıldır kutsal bölgelerin hâkimi olan Türk, Lavrens’lerin ve işbirlikçi Şerif Hüseyin’lerin karşı çalışmalarıyla hâkimiyetine son verir.
           4.Ordu kumandanı Cemal Paşa Yardımcısı Fahrettin Paşa’yı Hicaz Bölgesinin savunması için Yemen’deki kuvvetlerin başına gönderdiğinde, Fahrettin Paşa ‘da emir subayını Yemen birliklerinin güçlendirilmesi için “Rızgarlı Osman Ağa” misalinde olduğu gibi Anadolu’ya asker toplamaya gönderir.
            Gök kubbe hep delinmiş. 
            Gök kubbe hep delinmiş. Her delik etrafında Anadolu insanı, muhafızlık etmektedir. Tamir ve tadilatın yanında her türlü fitne karşısında savaşır. Dalga dalga, gençliğini yaşamadan cepheye sürülen bu kınalı kuzular, bilmem nerede kalır bilinmeksizin “Meçhul asker” tiplemesinde olduğu gibi geride sönük ocaklar ve çorak topraklar bırakarak giderler. Ve çoğu geri dönmez. Asker toplamak için Maraş-Elbistan’a gelen subay, yine her aileye, her köye müracaat ederek toparlayabildiği kadar askerle bin bir perişanlık içerisinde yola koyulur. İstikamet; Maraş’ta ki birlikle birleşerek Suriye toprakları üzerinde Hayfa’ya, oradan da deniz yoluyla Yemen’e intikal etmek...    
            Elbistan’ın Cela kasabasında kasaba imamı Mehmet Efendi’nin de iki oğlundan biri olan “Himmet” Yemen’e hareket eden birliğe gönüllü olarak katılmıştır. Baba Mehmet;  “Vatan müdafaası için seni gönderiyorum. Askerliğini ailemize ve dinimize uygun bir şekilde yapmazsan, bir baba olarak ellerim iki yakanda ve hakkımı helal etmem bilmiş ol oğul” der.
              Fakı Mehmet Efendi imamlığının yanında üç-dört bin kova arıyla da her yıl boyu uğraşır. Balın tamamını köylüye mumunun iadesi şartıyla bedava dağıtır. Böylece oluşturduğu mumu Maraş’ta satarak geçimini temin eder. Kendi çocukları başta olmak üzere köyün gençlerini okutur, bazılarına ise ileri derecede olmasa da Arapça öğretir. Oğlu Himmet bunlardan biridir.
            Yemen’e gidecek olan asker Maraş’ta toplanarak, dağ tepe demeden Şam’a doğru yaya olarak yürümeye başlar. Himmet, askerin mola sırasında mütemadiyen azaldığının farkındadır. Babasının “Hakkımı helal etmem” sözü kulaklarında çınlamaktadır. Şam’dan Hayfa limanına yaklaşana kadar askerin tamamına yakını, üçlü beşli firar etmiştir. Bu durum başlangıçta gönüllü olan birliğin, Hayfa limanına yaklaşana kadar tamamına yakınının kaçması, başlarındaki komutanın işi ciddiye alıp-almamasıyla da doğru orantılı bir durumdur. Komutan istese bir tane bile fire vermeden, belki biraz gecikmelide olsa askeri, ihtiyaç hissedilen cepheye taşıyabilirdi. Demek ki göz yummuştur. Tam Hayfa liman’ına varılır ve kumandan arkasına şöyle bir bakınca yalnızca Himmet’ten oluşan birliği görür.  
            —Gel bakalım evladım. Aylarca beraber yürüyoruz. Buradan astı-üstü kalmadı. Ama bir şey öğrenmek istiyorum. Bütün arkadaşların ayrıldığı halde sen neden o kadar fırsatları teptin. Söyler misin? Himmet; “Kumandanım, babam kaçarsan ve hatta vatan müdafaasında adam gibi olağan üstü gayret göstermezsen hakkımı helal etmem dedi de ondandır, sizi bir adım geriden takip ediyorum” cevabını kumandan alınca, ağlayarak; “Hadi sende git evladım. Gitmezsen seni ben şuracıkta vururum. Fahrettin Paşa’nın karşısına koskoca Maraş-Elbistan cenahında bir kişiyle çıkamam. Bari asker toplayamadım mahcubiyetiyle huzuruna varırsam, bu durumdan daha şerefli olur” der.
            Aynı yolu takip ederek gerisin geri memleketine dönmeye çalışan Himmet, gündüzleri eşkıyalardan ve sıcaktan korunmak için bulduğu müsait yerlerden istirahat edip geceleri yol alır. Kendinden önce dönen tanıdık arkadaşlarından bazılarının karnı yarılmış cesetleriyle karşılaşır kuru çöllerde çoğu zaman. Tedbiri elden bırakmaz ama yinede günde birkaç defa teslim alınarak üzerinde ne var ne yok hepsi alınmış olup çamaşırlarına kadar soyulmaktan kendini kurtaramaz.. Açlık susuzluk da cabası…       
            Silahların sevkinde muhafaza için kullanılan “telis” denilen çuvaldan bir tane bulur ortasını keserek başına geçirir. Al sana elbise… Ayaklar kızgın çöllerin şartlarına dayanamadığı için serinlikte yol alır. Kaybedecek bir şeyi olmamasına rağmen, Arap eşkıyalar tarafından tekrar tutulur. Kendi aralarında geçen konuşmalardan “Şu dereye götürün, karnını açın bakalım altın bulabilecek misiniz.”Gibi konuşmaları çat-pat Arapçası olduğu için anlar. İki kişi koluna girer. Dereye doğru çekerken, Himmet yüksek sesle “Ebu Arap, binti Türk” yani babam Arap annem Türk deyince, bu laf eşkıyanın hoşuna gider ve “O halde serbestsin” derler.
            Babasından öğrendiği çat-pat Arapça ile karnı deşilmekten kurtulan Himmet, dizlerinden yürüyecek dermanı olmadığı halde kendini zorlayarak üç-beş aileden oluşan çadırlara rastlar. Biraz daha yaklaşınca “Bedevi”lerin hanımlarının ekmek yaptığını görür. Kaç gündür aç olduğunun farkında bile değil. Sonuçta nasıl bir muameleyle karşılaşırsa karşılaşsın…
            Olanca enerjisini kullanarak henüz “saç” üzerinde pişmekte olan ekmeği kapar. Kaçmak dahi aklına gelmeden ağzına tepiştirmeye çalışır. O anda bütün kadınlar ellerine geçirdikleri sopa ve benzeri aletlerle üzerine çullanır.  Ekmeği bu kadar zahmetli olarak boğazından aşırır aşırmasına ama yediği sopanın hesabı bilinmez.
            Himmet bir kamyon sopa ve küfür yemesine rağmen, en az iki günlük enerji toplama karşılığı hiç acı hissetmeden oradan uzaklaşır. Gece gündüz yola devam eden Himmet, treni durmakta olan bir demiryolu istasyonuna usulca sokulur. Derken vagonlardan birine yine aynı metotla seğirtir. Meraklı gözlerle de vagondan insan arar. Yük treni olduğuna karar verir. Biraz rahatlar vaziyette köşede bucakta ekmek, su gibi can simidi nevale ararken, öndeki vagonda insan sesi duyar ve kapısını açarak göz gezdirir. Aman Allah’ım! Başında oturan üniformalı-sivil bir grup insan ve önlerinde güzel-güzel yiyecekler. Himmet sorgusuz sualsiz etrafta dikilen silahlı zabitlere bile aldırmadan, masadaki yemeklere iki eliyle saldırarak eline ne geçirirse aşırmaya başlar.  Neye uğradıklarının geç farkına varan zabitler, Himmet’i bir taraftan döverek, diğer taraftan ise ellerini ayaklarını sarmak suretiyle etkisiz hale getirme çabası sürerken; sivil giyimli birinin “Bırakın adamı karnını doyursun. Belki çok perişan vaziyette biridir. Halinden demi anlamıyorsunuz be adam. Unutmayın ki şu an sopa karşılığında yediklerini biz onlar sayesinden tüketiyoruz. Bırakın adamı” deyince; Himmet halen yemeğe devam eder.
             Yavaş yavaş kendine gelince aynı adam sorar, Himmet başından geçenleri anlatır. Adam ağlamaklı, Himmet ağlamaktadır. Tren belirlenen istikamette yol almakta. Anlaşılır ki o adam devleti temsilen içlerinde en yetkili kişi. Kendini döven zabitlere verilen emir üzere, hemen başka bir vagona alınır. Üstü başı temiz elbiselerle giydirilmeden önce, banyo ve traş işlemleri yapılır. Tekrar emir sahibinin huzuruna çıkarılır.
            ­—Evladım biz İstanbul’dan Musul’a gidiyoruz. Gittiğimiz yerde de senin gibi vatan evlatlarından oluşmuş bir ordumuz var. Ben onların hem kumandanı hem de babası olacağım. Seni de yanımda götürmek isterim. Velâkin çok zahmetli bir gönüllü askerlik maceran olmuş. Sen çoktan ailene kavuşmayı hak etmişsin zaten. Hemen önümüzde ki istasyon da trenden ayrıl. Kendini kuzeye vurursan memleketine kavuşursun. Haydi yolun açık olsun, bize de dua edin yeter.” diyerek Himmet’in trenden ayrılmasını sağlar.
          Himmet aylarca süren yolculukta, onlarca serüven yaşadıktan sonra kasabasına yaklaşır. Cela kasabası Elbistan’a bağlıdır. İnsanlar her küçük yerde olduğu gibi bu kasabada birbirlerini çok iyi tanır. Himmet köyüne uzaktan görebilecek kadar gelmiştir gelmesine ama dosta düşmana, dahası “Kaçarsan hakkımı helal etmem” dediği babası Fakı Mehmet’e olayı nasıl açıklar. Bunca zahmetlerle olanca sıkıntıdan sonra Allah’ın kendine tekrar bahşettiği canını kurtarmada ki zorluktan da beter bir durumdur bu. Ya inanmazlarsa. Ya inandıramazsam, gayri babamın ve köylünün yüzüne nasıl bakarım diye kara kara düşünürken bir kayanın aralığında, ki mağremi burada gündüz dinlenip gece eve varmaktır.   
            Tepesinde peyda olan komşuları Abdurrahman  “Himmet vallahi seni görmedim.”sesi ile kendine gelir. Hızla uzaklaşan Abdurrahman’ın ardından “İnşallah beni görmemişindir, inşallah beni yanıltırsın Abdurrahman” demesi bir olur.
            Ortalık kararınca, Himmet zuladan köye seğirtir. Arka kapıdan eve dalar. Anasıyla burun buruna gelince, eliyle anasını ağzını kapatarak sarılır. Gizlice, diğer hane halkı, özelliklede babası duymadan koklaşır, şorlaşırlar. Himmet kendinden geçerek uyur. Anası onunda tembihi üzere, oğlunu bir yorgana sararak yüklüğe zar zor yerleştirir.
            Gerek Himmet gerekse anası o gece öyle bir uyurlar ki… Horozlar öteli saatler geçmiş, güneş bir minare boyu yükselmiş Himmet yorgana bile sarıldığının farkında olmadan, destursuz eve girerek yüksek sesle “Gözünüz aydın Ayşe teyze, Himmet askerden gelmiş. Dün Abdurrahman karşı kayalıkların orada saklanırken görmüşte ben de gözün aydın demeye geldim.” Sözleri üzerine ev halkı ve Himmet’te uyanır. Himmet’in ikna kabiliyeti ve doğrularına yürekten inanan babası Fakı Mehmet oğluna “Hakkımı helal ettim oğlum, sana inanıyorum. Çok ağır laf etmişim. Esasında sen beni bağışla, seninle gurur duyuyorum. Velâkin benim öyle söylemem lazımdı. Senin de canın pahasına da olsa böyle davranman gerekirdi. Ortada samimiyet olunca Allah canını bize bağışlamıştır.  Kul samimi olursa Allah sırtını padişahlara bile üfelettirirmiş. Padişah dedim de anlatayım;
            Bir zamanlar, haftanın belirli gününde başta veziri olmak üzere yüksek memurlarının bir gün boyunca göz önünde kaybolduğunu gören Padişah; tebdili kıyafet üzere takibe çıkar. Toplu olarak hamamın birini kapattırarak cümbüş yaptıklarını tespit eder. Onlar hamama girince kendiside varır kapıyı çalar. Israrla, “şöyle bir köşede girer çıkarım” talebini görevli senin gibi ihtiyar ve fakir birini daha aldım. Şu köşede sessizce işinizi görün. Gürültü yaparsanız hemen atarım dışarı uyarısı üzerine içeri girer.
            Bir köşeye geçer ki, önceden alınan ihtiyar adam da var. Selam kelamdan sonra ihtiyar “Evladım sırtını dön de keseleyim” der. Padişaha sıra gelince, padişah bir taraftan ihtiyara kese atarken, diğer taraftan da “De bakalım babalık şu yan tarafta şatafatla eğlenen insanlar kim? Niçin koca bir hamamı kendilerine tahsis etmişler. Üstelik her türlü rezillikte cabası. Padişah bu olanı biteni hiç mi görmez, hiç mi duymaz” deyince ihtiyar; “Boş ver oğul demeyeceğim ama yapacak bir şey yoksa boş konuşma oğul derim. Sen samimiyetten ve doğruluktan ayrılma, öyle olunca da Allah sırtını padişahlara keselettirir.”Deyince padişah ürperir.
            Fakı Mehmet, bu fıkrayla anlatmak istediğini bir güzel anlatmanın vermiş olduğu zevkle “İşte öyle bir şey komşular” der. // Not: Bu hikâyede adı geçen “Himmet” ünlü şairimiz Abdurrahim KARAKOÇ’un babasıdır.

5 Aralık 2015 Cumartesi

İskilipli İbrahim Ethem Hazretleri (1887-1963 Ankara, Altındağ) - Sıddık DEMİR

İskilipli İbrahim Ethem Hazretleri 
(1887-1963 Ankara, Altındağ)
Gizlendi burada kâmil insan
Mensubu şah-ı cenabı Gavsı Geylan
İbrahim Etem İskilipli
Allah deyip etti, azmı Yezdan
Mustafa Asım Köksal (Hz)
Çankırılı Astarlızade Hilmi Efendi adıyla meşhur mutassavvufu anma toplantısındayız. Yanı başımda ki koltukta oturan beyi, İbrahim Etem Hz’lerinin torunu Mimar Galip Bey diyerek  tanıştırdılar. Silüeti nurlu, orta yaşın üzerinde görünen Galip Bey’in belki de ilk defa böyle bir toplantıya katılmış olması ve toplantıyı sonuna kadar pür dikkat ve heyecanla takip etmesinden kendini belli ediyordu.
Söze Mustafa Asım Köksal’ın  mürşidi İbrahim Etem  mi, yoksa ilk dönem gönül adamı ve Horasan Belh hükümdarı  iken tacı tahtı bırakıp kutsal mekânlara seyri sülük yapan İbrahim Etem mi diyerek  girdik. Muhatabım Galip Bey anlaşılan odur ki birinci İbrahim Etem Hazretlerini duymamış. Asım Köksal Hoca efendinin hocası olan İbrahim Etem’in torunuyum deyince muhabbetimiz o yönde gelişti. Göl dibinden su eksik olmaz derler ya; Hazretin torunu Galip Bey ile daha sonra da teşriki mesaimiz oldu. Dedesi ile ilgili dedesinin yakın bağlılarından Dursun Güler Bey ile, lisans tezi olan başka kardeşimizin hazırladığı dokümanları verdi. İkili sohbetimizde dedesinin hali karşısında, kendisinin “ onun büyüklüğü altında kendimi ezilmiş, bir köşeye sıkıştırılmış, ona layık bir evladın çocuğu olamamanın sıkıntısını gittikçe daha fazla hissediyorum” demekle ihtiva etmektedir. Nurlu bir silüetin sahibi torun Galip Bey’in deryayı daha iyi  tanıması, ondaki derinliği yakalaması ve hal ehli olması temenni olur.
Belh Sultanı İbrahim Etem Hz. lerine “Ne yapıyorsun geçimin ne ile ? ” diye sual eden bir gönül erine “ Gönül bekçiliği yapıyoruz, burada bulursak yiyoruz bulamazsak şükrediyoruz” diyerek cevap verince tekrardan o zatı muhterem gülümseyerek “Eren; Horasanın köpekleri de onu yapıyor, onlarda bulursa şükrediyor bulamazlarsa sabrediyor, bu haliniz öyle dikkate alınacak bir hüner değil ki…”
İbrahim Etem Hazretleri “Peki siz nasıl davranırsınız” dediğinde zatı muhterem “ Biz bulursak veriyor, bulamazsak şükrediyoruz.” der. Ve şu veciz ifadeyi peşinden ekleyerek İbrahim Etem’in olgunlaşmasına bir nebze katkıda bulunur.
Hast-ı Tac-ı arifan ender cihanıber çarı terk
Terk-i dünya, Terk-i ukba, Terki hesti, Terki Terk.
Bizde Ebussuud Hz ve İskilipli Atıf Hocayı yetiştiren İskilip’in cumhuriyetin başlangıç döneminde yaşamış olan büyük gönül adamı  İbrahim Etem Hz’lerini okuyuculara tanıtalım.
İbrahim Etem Hazretleri
Özgeçmişi
Kendisine II. İbrahim Etem  diyerek konumunu belirlemeye çalışacağımız Etem Hz’leri Çorum İskilip’te dünyaya gelir. İslami kültür ve ritüellerin yoğun olarak yaşandığı bir belde olan İskilip önemli bir kültür ve âlimler barındırır. Onun içindir ki İbrahim Etem Hz’leri bunlardan haberdar olan bir çevrenin kucağında bulur kendini. İstidadı veya eğilimi doğrultusunda aradığı insani merakını giderici kitapları, ibadet ve taadını yapacak ortamı bulmakta zorlanmaz. Ta küçük yaşta bir takım olağan dışı haller zuhur eder kendisinden büyüklerin şahit oldukları. Çocuklarının gelişiminde normal olan çizgi dışı oluşumunu merak eden büyükleri bu halden endişe duyarlar.
İbrahim Etem Hz’leri İskilip ve Kastamonu da uzun müddet medrese tahsili görür. Klasik İslami kaynakları gözden geçirerek dünyevi ilim edinmiştir. Mevlana’nın Mesnevisini de okumak ve anlamak için çok uğraşmışsa da orijinali Farsça yazılı olan bu eseri anlamlandırmada yetersiz kaldığı için bu konuda kendisine yardım edecek birini hep aramıştır. Öyle ki bu müşkülatın çözümü için “Mesneviyi ve Mevlana’yı anlama fırsatı ver, anlayan birini gönder, yoksa öyle birini yarat” diye dualarda bulunur.
Mesnevi Hocası
İskilipte devlet memurluğu yapan bir zatın kayınpederi olan Fazrullah Rahimi kızını ziyaret bahanesi ile İskilip’e irtikal eder. İskilip merkez camisinde namazdan sonra müezzine “Bu beldede sohbet edecek gönül adamı yok mu” diye sorar. Camii görevlisi böyle birine götürür. Rahimi Efendi bir gün sonra camii görevlisine tekrar sorar. “Dünkü zat benim aradığım gibi çıkmadı başka birileri daha olmalı” der. Görevli “Genç bir kardeşim daha var, seni birde ona götüreyim” der ve beraber iki katlı bir evin kapısını çalarlar. Üst katta merdivenin başında onun siluetini gören Rahimi Efendi Camii görevlisine dönerek ben ardağımı buldum gidebilirsin evlat der ve merdivenden yukarı doğru çıkarak huzura varır. İbrahim Etem Hz’leri de aşağıdan yukarı muhatabını süzdükten sonra “Oh nihayet beklediğim  o ana kavuştum” diyerek tanış olurlar.
Fazrullah Rahimi Efendi “İbrahim Etem ben sana mesneviyi öğretmem için memur edildim. Derslere hemen başlamamız lazım, ancak Mevlana-Şems ikilisinden olduğu gibi görevimi tamamlayana kadar beni hep dinleyeceksin. Soru sorarsan benim görevim biter ve çekip giderim. Tek şartım budur” der. Eğitim tam altı ay sürer. Eğitim sonlarında İbrahim Etem Efendi Mesnevide bir şerh misali bana göre de bunun anlamı şöyle olamaz mı? Dediği anda Rahimi Efendi “Şuan itibari ile benim vazifem tamamlandı” diyerek bıçak gibi eğitimini keser ve İskilip’i terk eder. Son söz olarak  “Sen zamanın “Teki” ve yolunun en yüksek mertebesine ulaşacaksın” der.
İbrahim Etem Hz’leri gerek mesnevi eğitiminde gerekse medrese hayatında Arapça ve Farsça dillerini de  öğrenmiş olur. Zahiri eğitimini tamamlama sürecinde “Ledunni” tasarruflar sağlayan şeyhi Üstad-ı Enbiyazade Mehmet Hilmi Efendiden icazetini aldıktan sonra irşada memur edilir. İbrahim Etem Efendinin Kadiri silsilesinin önemli bir halkası olduğu bilinir. Kendisine postnişin verilmesi tasavvuf geleneğinin olmazsa olmazlarındandır. Enbiyazade Hilmi Efendi ile İbrahim Etem Efendi arasındaki usta çırak ilişkisine dair veri sıkıntımız gözden kaçmamaktadır. Mesela İbrahim Etem Hz’leri kendinden sonra  posta oturacak olan M.Asım Köksal Efendi arasında ki ilişkiye benzer bir hal mevcut bilgilerimizde yoktur. Rabbani tasarruf  belki de öyle tecelli etmiştir. Bunu biz çözemeyiz.
MİLLİ MÜCADELE YILLARI
Milli mücadele yıllarında Çankırı Kastamonu ve özellikle Ankara ve ilçelerinde camii  ve odalarda halkı düşmana karşı direnmeye ve vatan savunmasında canlı ve dinamik olmaya yönelik faaliyetleri olur. Birliği bozucu isyan ve fitne gibi zararlı oluşumlar aleyhinde seri konuşmaları merkezi hükümete karşı güven ve yardımı esas alan gayretleri o günün bürokratlarının gözünden kaçmamıştır. Başta M. Kemal Atatürk olmak üzere mücadele ileri gelenlerce defalarca görüşmeleri olmuştur.
Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı bir ortamda Atatürk kendisine isterse tekkesini açarak irşad vazifesine devamı yönünde fikirlerini beyan etmişse de Efendi Hz’leri; Tekke ve zaviyelerin kapatılması yerinde olmuştur. Çünkü yıpranmış ve eğitim yuvası olmaktan çıkmıştır” demekte dir.
Atatürk, Efendi Hz’lerine; Ulus-Rüzgârlıda büyük bir arazinin tapusunu milli mücadele de ki yararlılığından dolayı “Al bu tapuyu hem sen hem senden sonrakiler sıkıntı çekmesin” der. Efendi Hz’leri reddeder. “Olmaz paşam kabul edemem, fakirin bu arsada zerre kadar hakkı yok. Bir damla terim düşmüş değil. Hak etmediğim bir şeyi nasıl kabul ederim, size tavsiyem böyle bir şeye ön ayak olmayın, buna hakkınız yok. Mesuliyeti çok büyüktür” dediği zaman Atatürk;  “Hayret böyle birine hiç rastlamadım”.diye söylenir,
“Mala mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi, Bir muhalif yel eser savrulur harman gibi” demenin tam zamanı. Atatürk; “Madem öyle yinede ben sana bir izin belgesi vereyim. Türkiye’nin neresinde olursa olsun faaliyet göster. Kimse sana dokunamaz” der.
Milli mücadele yıllarında Etem Hz’leri halkı hazırlamanın yanında geceleri uzun uzun dua ve niyazda bulunur. İşgal edilmiş vatanımızdan düşmanlarımızı uzaklaştır diye her duadan sonra kalbine gelen bir ilhamla irkilir. Henüz beşikte olan çok sevdiği Necati adındaki oğlunu verirsen duan kabul olur babında ilham birden çok zuhur edince Efendi Hz’leri “Memleketin kurtuluşu için feda olsun” babında hissiyatı, varlığını kuşatan iradeye ulaşınca beşikteki Necati ruhunu teslim eder. Ne ilginçtir o gecenin sabahında düşman ordusunun bozulduğu ve çekilmeye başladığı haberini alırlar.
İBRAHİM ETEM HZ’LERİ VE SİYASET
Atatürk ile bir görüşmesinde “Siyaset konusunda ne düşünürsün Hoca” sorusu sorulduğunda Etem Efendi; “ Paşam biz halkı din ahlak ve terbiye bakımından irşad ederiz. Bizim vazifemiz bu. Siyaset de sizlerin işidir. Herkes kendi işini yapmalı ve yaptığı işte de en iyi olmaya çalışmalı” diye cevap verir.
İbrahim Etem Hz’leri 1951 de Ankara Keçiören’e gelerek öldüğü tarih olan 1963 yılına kadar burada ikamet eder. Dolayısıyla o dönemin siyaseten çalkantılı yıllarına şahit olur. Kanat önderi olarak bilindiği için kendisinin değil de siyasilerin istifade edeceği desteği almak için kapısı zaman zaman aşındırılır. O dönem de  DP ve CHP çok şiddetli siyaset yapmaktadır. Etem Efendinin duasını almak bile onlar için büyük bir moral olacağından sırası ile önce Merhum Menderesin partisinden, bilahare İnönü’nün partisinden dua almak için huzura çıkarlar. Etem Efendi her iksine de olur cevabı verdikten sonra ikindi namazının ardından yaşadığını şöyle anlatır;
 “Ya RABBİ mülkü millet hakkında hayırlı kararlar verip uygulamak isteyen hangi parti ve ekibi layıksa sen iktidarı onlara ver”. gibi temennide bulunmayı daha düşünürken aniden “iki koluma iki kuvvet çullandı ve beni yüzüstü yere kapakladılar. Üzerime kuvvet uyguluyorlar, canım çıkacakmış gibi ter içinde kaldım. Bir testereyi elimin üzerine koyarak şuradan mı yoksa gövdeye yakın yerden mi keselim diye sesler işitiyordum. Derken zoraki bir şekilde kafamı kaldırarak ufuklara bakar gibi oldum. Tam o sırada Peygamber Efendimiz mübarek eliyle işaret ederek “Bırakın, bu kadarı İbrahim’e yeter” dediğini duydum. O iki kuvvet beni bıraktı. Baktım ki sağımdaki Abdulkadir Geylani, solumdaki de Ahmet-el Rufai hz’leri. Geylani Hz’leri sert bir şekilde “Evladım sen kime ve niçin dua edecektin.” deyip kayboldular. Az daha velayet elimden alınacaktı” demektedir.
İbrahim Etem Hz’leri bir Cuma günü Hacı Bayram’da Sait Nursi Hz’leri ile karşılaşır. Ona; “Evlen, otur, mazbut bir hayatın olsun, hükümet ile uğraşma ibadetine devam et” diye tavsiyelerde bulunur. Sait Nursi Hz’leri de ona; “Hapishaneden çıkamıyorum ki nasıl evleneyim.” der.
Görüldüğü gibi, gerçek bir mürşidi kâmil günlük siyasetle uğraşmaz. Bu anlamdan da ağırlığını hiçbir tarafa koymaz, Onlar büyük siyasetlerin insanlarıdır. Seçilmiş kişilerdir. Yanlışları hemen karşılık bulur, düzeltilir.
27 Mayıs ihtilal sonrası Rahmetli Menderesin idam edilmemesi için Etem Hz’leri şöyle niyaz eder; “ Ey ALLAH’IM Adnan senin Habinin atalarından birisinin ismi, onun hatırına bu kulunu idamdan kurtar, onu bağışla diyerek dua da bulunur. Kalbine gelen ilham şöyledir; “Onun şehit olmasını ahirete temiz gitmesini istiyorsan dua etme. Onun büyük bir hatası var. O hatadan temizlenmesi için şehit olması gerekir. Kefaretini orada ödeyecektir.” Ya RABBİ sen daha iyisini bilirsin dedim diyerek dua dan vazgeçer.
İBRAHİM ETEM HAZRETLERİ VE OLAĞAN ÜSTÜ HALLERİ
Halifesi M. Asım Köksal’a:  “Henüz gençtim. Beni alıp gökyüzüne çıkardılar. Sonra da dediler ki kâinata nazar et. Nazar ettim kâinat toplanıp yeşil bir top haline geldi. Dediler ki gördüğün bu şeriattır. Tekrar nazar et dediler. Kâinat kırmızı bir top haline geldi. Dediler ki tarikat, tekrarında kâinat beyaz bir top haline geldi hakikat, tekrarında beyaz bir top haline geldi dediler marifettir. Bu dört esasın sırları da o zamanda fakire çözdürüldü” diye anlatırmış.
İbrahim Etem Hz’lerinin; Kalbi ALLAH sevgisinden başka bir şeye meyletse elinden uçar gider. Beşikteki oğlu Necati’nin darül bekaya irtikalinden sonra ilkokul çağlarında olan torununa elinden olmadan fazla ilgi gösterme olayını M. Asım Köksal Hz’lerine “Bu çocuğu da kaybedeceğim Asım Bey oğlum” der. “Kalbimde ALLAH sevgisinden başka sevgiye yer verirsem Yüce ALLAH hemen elimden alır”. Aradan kısa bir zaman sonra torunu da rahmetli olur.
Ankara’ya hicret edişinin en önemli sebebi yerine geçebilecek er kişiyi irşat ederek emaneti ona teslim etmek. Bu er kişi M. Asım Köksal Hz’leri dir. İlk tanıştıkları günü takip eden dokuz ay bu emek üzere halifesini meclisinde tutmuştur. M. Asım Köksal Hz’leri anlatıyor;
“Her ne kadar Hazretin yanında yer aldımsa da, sanki gönlümü iki sevgiliye vermiş durumda idim. Önceleri Mahmut Sami Hz’lerin den ders alayım derken karşıma Etem Hz’leri çıktı. Bu sıkıntıdan gördüğüm bir mana üzerine kurtuldum. Manamda bir dağ başındayım abdest alacağım. Su arıyorum. Dağın dibinde deniz var ama ulaşmak zor. Sağa sola derken bir baktım yanı başımda pırıl pırıl bir su var. Hemen abdestimi aldım. Anladım ki o çağlayanda abdest aldığım su İbrahim Etem Hz’leri, derinlerde ki deniz ise Mahmut Sami Hz’leri dır. Hemen Etem Efendiye intisap eyledim” der.
İbrahim Etem Hz’leri Ankara’ya geldiği yıllarda kaldığı gecekondu bir evde hayatının belirli günlerinde sohbet ederek bağlılarının olgunlaşmasını sağlar.
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen ağabeyde bizzat İbrahim Etem Hz’lerinin halifesi Asım Köksal Hz’lerindan dinlediği bir bilgiyi hemen buraya almak istedim. Bahsi olan gecekondu da bir sohbet esnasında evin kapısının güçlü bir şekilde çalınması üzerine “Kapıya biriniz baksın” talimatı verir. “Kimsecikler yok efendim” bilgisi üzerine, kapı aynı şiddetle tekrar çalınır. Tekrardan “Biriniz baksın, bir misafirimiz var herhalde” uyarısı üzerine yine kimsenin olmadığı bilgisi üzerine sohbete devam eder. Üçüncü defa kapı aynı şiddetle çalınınca Efendi Hazretleri kapıya kendisi gider. Bakar ki ayakta zar zor durma gayreti gösteren sarhoş olduğu her halinden belli olan bir adam. “Buyur evladım ne istemiştin” deyince, sarhoş olan adam “Efendim ben sizin sohbetinizi dinlemek istiyorum ama beni içeri almıyorlar” deyince Efendi Hz’leri “Gel evladım” diyerek içeri alır. Önce elleri ile yüzünü yıkar. Bilahare yanına oturtur. Bu olaydan sonra o sarhoş,iyi bir derviş olur.
İbrahim Etem Hz’leri 1963 yılı Ramazan ayında HAK’ka yürür. Son nefesinden önce takma olan dişlerini avucunun içine alır. Bilahare elleri açılarak takma olan dişleri alınmak istenir, fakat  ne mümkün açılamaz.
Hacı Bayram Camii imamlarından kırklardan olduğu sanılan Kasım Efendi vasiyeti gereği cenazeyi yıkar. Kefenlemeden önce mevtanın kulağına eğilerek usulce “Dişlerin sana burada lazımdı Etem Efendi orada işine yaramaz ver onları bana” dediğinde yine usulca cesedin avucunun açıldığı ve Kasım Efendinin dişleri aldığına şahit olunur. Kasım Efendi; ayrı yeten hastalığının başından beri olduğu gibi cenaze defin edilirken  de Abdulkadir Geylani ve Ahmet-el Rufai Hz’leri baştan  olmak üzere on pir-an, devamlı oradaydılar” der. Cebeci Asri  Mezarlığı 194 ada ve 176 parsele defnedilir.
ESERLERİ: Divan-ı Refi Kolayı, İbrahim Hakkı Divan-ı, Battal Gazi Gavazatnamesi, Delailül Hayrat, Gülistan, Divan Şeyhi
Vesselamün alelmürselin velhamdülillahi rabül alemin. 

ESHAB-I KEHF (Yedi Uyurlar--Seven Seleepers); Araştırmacı - Yazar, SIDDIK DEMİR

ESHAB-I  KEHF
(Yedi Uyurlar--Seven Seleepers)

                                                                                     Sıddık DEMİR
K.Maraş’a bağlı Afşin (Efsus) ilçesi, meşhur iman erlerinden “Yedi Gencin” sır olduğu mağaranın bulunduğu mekandır. Yeryüzünde başta İspanya olmak üzere, Afganistan, Suriye gibi birçok dünya devletlerinde varlığına inanılır. Ülkemizde ise Afşin dışında yine birçok yerde iman mağarasına ait inanışlar vardır. Efes ve Tarsus  bunlardan  bazıları.
Malumunuz; Eshab-ı Kehf’in anlamı ‘Mağara arkadaşları veya Yedi Uyurlardır’. Hrıstiyan  kültüründe ise ‘Seven Steepers’ denilmektedir.
Yedi inanan gencin putperest Dakyanus’un zulmünden kaçarak sığındıkları mağaradan sır olmalarına ilişkin rivayetlere ve kutsal kitabımızdaki KEHF suresindeki işaretlere dayanılarak bu olayın Efsus’ta (Afşin) yaşandığını araştırmacılar  beyan ediyorlar. Dünya’da ve ülkemizde toplam 38 yerde sahiplenilen bu olayın delillere en uygun yaşadıkları mekan, kuvvetle muhtemel Anadolu toprağında Efsus ve Tarsus’tan ibaret olan yerlerdir.
Çağdaş alimlerden Prof. Dr. Faruk Sümer Hoca’nın bizzat kendisinin  araştırarak “Yabanlu Pazarı ve Eshab-ı  Kehf” isimli eserlerinde, ‘Yedi Uyurlar’ ve sır oldukları mağaranın Efsus’ta (Afşin) olduğunu vurgular.
Afin ilçesi aydınları, yerel sivil toplum örgütleri vasıtasıyla  Prof. Dr. Faruk Sümer ve diğer bilumum delillere dayanarak açmış oldukları hukuki dava ile ‘Yedi Uyurlar’ mağarasının kendi ilçelerinde olduğuna dair tescille resmi olarak da sahiplenmişler.
Yine, halen Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü olan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Hoca’nın talimatıyla bazı talebelerinin,Tarsus sivil toplum örgütlerinin talebi üzerine yapmış oldukları bir çalışma mevcuttur. Bu çalışmaya göre Efsus’a rakip, bilinen sahiplenme yanında ilahi kitabımız Kuran-ı Kerim’in dillendirmesine delil olmaktan çok uzak bir yorum şekliyle Tarsus’ta olduğu iddiası var.
Bu konularla ilgili uzun zamandır kaynak taraması yanında, iddia edilen yörelerle ilgili bizzat muşaadem olmuştur. Buna göre Tarsus ve Efes, elimizdeki delillere uymamaktadır.
‘Yedi uyurlar’ ile ilgili arayış ve merak, bu coğrafyada yaşamış bütün uygarlıkların ve bütün kudretli yöneticilerin ilgisini çekmiş.
Gerçeğe ulaşmak için yapılan ilmi metotların çoğu Efsus’u işaret eder. Diğer alternatifleri, siyasetten ve kültürel anlamda sahiplenme  kaygısı olacağı için tarafsızlığa gölge düşürür maiyet arz etmektedir.
Öyle  olmuş olsaydı:
Anadolu Selçuklu Devleti Hükümdarı  I.Alaattin  Keykubat’ın ‘Yedi Uyurları’, İzmir-Efes ten başlayan ve hemen yanı başındaki Tarsus heyetine de bizzat kendisi iştirak ederek  yapmış olduğu araştırmada mutmain olmadığı için  Afşin’e (Efsus) gönderdiği ilim adamları konseyinin ilettiği rapora binaen gerçeğe en yakın olanı öğrenir. Bölgenin imarı ve düzenlenmesi yanında mevcut olan İsa Mescit’ini de kapsayacak genişlikte Cami ve Ribat yapımı için bizzat Maraş valisi(emiri) Nasurettin Hasan’a talimat vererek günümüze kadar ulaşmış olan eserlerin yapımını da sağlamış olur.  
Sultan Alaattin  Keykubat, şayet  “Yedi Uyurlar”ın sır olduğu mağaranın Tarsus’ta olduğuna kanaat getirmiş olsaydı, yüzlerce   kilometre uzaklıktaki Afşin’i seçerek bunca masrafı  yaparmıydı.?
Eshab-ı Kehf’in Tarsus’ta olduğu iddiası Evliya Çelebi’ye dayanır. Bu gezginimiz Tarsus’a uğramış, oradaki yöre halkının genel kanaatini aktarmış, ancak Afşin’e hiç gitmemiş. Eğer Afşin’e gitmiş olsaydı, en azında Tarsus’ta istisna da olsa ‘Yedi iman’ erlerinin ismine rastlamadığı halde , Afşin’de hemen her ailede bu isimlerin yaşadığını görürde ona göre yazacağını yazardı.            
İsa Mescit’i:
‘Yedi Uyurlar’ olarak bilinen ‘Eshab-ı Kehf’in’ sır oldukları tarih  M.S.65-70 yılları arası, mağarada “En uzun gün”  uyutulurlar. Uyandırılınca  tarihin M.S. 370-375  arası olduğu mucize olayda, tam 309 yıl yattıklarını “Kur-an” tescillemektedir. Oysa bu iman erleri, uzun bir gün uyuyup uyandıklarını zannederler.
İçlerinden, Yemliha’yı yiyecek almak için, üzerinde Dakyanus’un resmi olan gümüş para  ile Afşin’e (Efsus)  gönderirler. Yemliha fırıncıya vararak ekmeği alır. Parasını uzatınca bütün dikkatleri üzerine çeker. Antika kabul edilen bu paranın akıbeti sorulur. Define bulmuşsun, bu paraların geri kalanı nerede bize göstermelisin  gibisinde sataşmaların ardında olaya resmi zevatların da karışmasıyla iş, Emir’e kadar ulaşır. Yemliha başlarında geçen hikaye’yi anlatınca, bunların ‘Yedi kutsal gençlerden oldukları anlaşılır. Zaten hikayeleri bir efsane olmuş dilden dile gündemden hiç düşmeden o ana kadar yaşadığı için, bu genç adamın anlattıklarına hiç şüpheye yer vermeden iman edilir.
Dakyanus öleli asırlar olmuştur. Yerine nice putperes Emir gelir geçer. Efsus denilen mekanda her şey değiştiği gibi yeni atanan Emirlerin dindar oldukları gerçeği de kendini gösterir. İşte bu imanlı  ve bir o kadarda şanslı Emirin  Adı TEODÜS’dür. Teodüs Yemliha’nın dava arkadaşlarına ulaşmak ve bu tarihi olaya şahitlik edebilmek için yanına Yemliha’yı da alarak mağaraya gider. Hepsini teker teker gözyaşları içinde kucaklar.
Yemliha arkadaşlarına;
“Bir gün değil çok zamandır uyumuşuz. Belki yüzlerce sene…Efsus’da her şey değişmiş. Hiçbir şey eskisi gibi değil…Zalim Emir Dakyanus’un yerinde yeller esiyor. İnsanlar onu ancak para üzerinde tanıyor. Şimdi çok şükür herkes tahmin edemediğimiz kadar inançlı olmuş. Bakın; İşte yeni Emir bizi muhabbetle karşıladı. Sizleri teker teker bağrına bastı. Çok şükür Allah’ımıza, bize bu günleri de gösterdi” Dedikten sonra  arkadaşları;
“Peki şimdi ne yapacağız” dediler.
Bunun üzerine hep birlikte ellerini ve yüreklerini  ona döndürerek, “Bildiğin gibi yap ey Hak” dediklerinde Allah(cc)onları tekrar uyutur.
Bilahare  Emir Teodüs bu mağaranın kapısını içine alan bir tapınma yeri yaptırır. İslami kaynaklar  mağaranın üstüne ibadet veya ziyaret amaçlı yapılan  bu küçük binaya “İsa mescidi” demektedir. Alaattin Keykubat’ın yaptırdığı Cami ise, İsa mescidi’ni içine alacak şekilde inşa edilmiş çok daha görkemli bir yapıdır. Ve halen zarafetini korumaktadır. Ayet; “İşte onları nasıl uyuttuysak öylede uyandırdık”.Kehf/19-20
“Yedi uyurlar” veya Hıristiyanlara göre “Seven Steepers”
Hz. İsa Efendimizin ebediyete irtikalinden sonra takiben 12 havarisinden biri olan Yuhannes (Mustafa Asım Köksal’a göre) Peygamber davasını tebliğ için  Hatay üzerinde, o zaman Kapadokya eyaletine bağlı Efsus’a gelir. Şehir adeta site devleti gibi kalelerle çevrili ve giriş çıkışlar şartnamelere bağlı olduğu için Yuhannes; Eflatun felsefesinde hareketle putperest olan Efsus emiri Dakyanus’un putlarına tazim etmeden şehre giremeyeceğini anlayınca, şehrin hemen kuzey doğusunda umuma hizmet için var olan bir hamama  tellak olarak girerek çalışmaya başlar.
Bir dava adamı olma bilincini yitirmeden, hamama gelen müşterileri, en başta şehrin ileri gelenlerinin çocuklarını irşat etmeye başlar. Şehrin ileri gelen ailelerden olup putperest Dakyanus’un yönetiminde bulunan insanların çocukları-Yemliha, Mekselina Mislina (Eshab-ı yeminin oğulları) Mernuş, Tebernuş, Sezernuş (Eshab-ı Yesarin oğulları) adında altı genç Yuhannes tarafından Allah’a ve peygamberi Hz. İsa’ya iman ettirilir.
 Zamanla iman esaslarını veya muamelat kısmını da yerine getiren  altı gencin bu durumu Dakyanus’a ispiyon edilir. İsevilik şeriatı mensuplarının çok ciddi zulümlerle ve aşırı tedbirle karşılaştıkları bilindiği halde, bu altı genç  itibarlı ailelerden oldukları için Dakyanus tarafında başlangıçta biraz musama ile karşılanır.
Olayın ifşasında sonra Yuhannes Efsus’u terk ederek Efes’e doğru yol ala dursun, Dakyanus bu altı geçle ilgili;
“ Ben Ninovaya (Musul) gidiyorum.  Dönene kadar, bu gençleri tekrar  putlarımıza tapar halde bulmalıyım.” Diyerek babalarını uyarır. Dakyanus’un dönmesine yakın bu altı genç, fikir birliği  ederek şehirde kaçmayı kararlaştırır. Şehrin kuzey kapısında gerekli hazırlıkları da yaparak çıkarlar. Şehrin dışında koyunlarını otlatan  çoban ‘Ketattetayyus’ la karşılaşırlar. Çoban ve köpeği Kıtmir’de onlara katılır. Böylece yedi insan bir de Kıtmir…
Çoban yöreyi iyi bildiği için saklanacak mağarayı tespit eder. Ve öylece Eshab-ı Kehf (mağara arkadaşları) önemli bir dönüm noktasına gelir.       
Ninova’dan (bugünkü Musul) dönen Dakyanus, ilk iş olarak iman etmiş bu delikanlıları sorar. Babaları kem-küm eder, ama Dakyanus kaçtıklarını anlayınca daha da celallenir. Dört bir tarafa izciler gönderir. Mağarada oldukları tespit edilir. Mahiyetiyle beraber mağaraya kadar gelir. Ama içerisi cesaret edip girilecek gibi değil. Allah’ü teala öyle bir hal oluşturmuş ki, kul olan hiçbir insan cesaret edipte içeri girerek onları çıkarmaya gücü yetmez. Ayette “Sen onları görseydin heybetlerinden dolayı ürker kaçardın.” Dediği bir hal…
Öyleyse mağaranın önünü taş duvarla kapatalım da açlıktan ve havasızlıktan ölsünler, uyarısı Dakyanus’u ikna etmeye yeter. Ve öyle de yapılır.          
Denilir ki;
Duvar örülürken Dakyanus’un sarayında görevli olup, iman ettiği bilinmeyen bir yetkilinin gizlice ‘Yedi uyurların’ isimlerinin işlendiği bir bakır levhayı içeri atar. Bu levha ‘Rakıym’  olarak bilinir.
Hıristiyanlığın resmi olarak kabulü;
Gerek Roma’da, gerekse Bizans’ta Din karşısında tutunamayan putperestlik, kardan adam gibi erir gider. İnanan insanlara yapılan onlarca, binlerce zulümden sonra, alttan gelen taleplere karşı imparatorlar kerende olsa bu gerçeği, kendi saltanatlarının selameti için kabul ederler. Kostantin’de 313 de  kabul ettiği bu dinin ileri gelenlerini 325 de İznik’te toplayarak  yazılmış yüze yakın İncil kitabı için de dördünü (Luka, Matta, Yuhannes, Markos) kabul ederek diğerlerini iptal ettirip yaktırır.
İznik Konsülü olarak bilinen tarihten 45-50 yıl sonra TEODÜS adında inançlı bir emir Kapadokya eyaleti Efsus şehrine görevlendirilir. Efsus’a geldiği günden itibaren dini mahiyette kültürel faaliyet ve kalıcı mabetler yanında, putperestliğe ait her şeye karşı açılan mücadele ile TEODÜS kendini gösterir. “Seven Steepers” dedikleri yedi gencin mağara olayı Efsus’ta kuşaktan kuşağa intikal eden bir olay olduğu için bir şekilde Emir TEODÜS’de öğrenmiş olur.
Ayet:
“Onlar mağaralarında üçyüz sene kaldılar ve buna dokuz yıl daha kattılar”(kehf/25)
Ayet:                                                                                                             
“Bunun üzerine bizde onların üzerine nice yıllar uykuya daldıracak perde vurduk”(onların kulakları üzerine sayılı seneler vurduk=Kehf suresi)
Ayet:
Onlara baksaydın görürdün ki güneş doğunca mağaranın sağından dolaşır, batarken de sol tarafından onları makaslardı. Kehf/17
Çoban İlyas rüyasında;
“Orada bir mağara olmalıdır. Ora duvarla örülü. Orayı açarsan koyunların için iyi bir barınak olur” gibi hitap şekliyle defalarca uyanır. Bir sabah yanında iki işçi alarak rüyasında dillendirilen yere gelir. İnsan yapısı  olduğu belli olan duvarı yıkar ve mağarayı eski haline getirir. Üstelik mağarada birikmiş sudan da kana kana içerler. Ancak “Yedi genç ve köpekleri Kıtmir” üzerine öyle bir perde çekilmiştir ki Çoban İlyas’ın onları görmesi mümkün değil.         
Yeni Emir TEODÜS döneminde din alimleri Emir’in makamında sabahlara kadar ilmi ve dini münazara ederler. Özellikle  bazı dini konularda ittifak etmeleri mümkün görünmez.”Yeniden diriliş” veya “Ahiret” konusu tartışmalı geçer. TEODÜS “Yeniden bedenleşme, yani öldükten sonra tekrar dirilişe” inananların safında yer alır. Bunun için de Hz.Üzeyir peygamberin Allah tarafından öldürülüp, tam bir asır sonra diriltildiği örneğini verse de tek bir örneğin genel kaide olmayacağı beyanla karşı grup kendi görüşünü gündemden düşürmez.
İşte böyle bir ortamda Allah(c.c) Çoban İlyas kanalıyla duvarı yıktırır. Ve Yemliha’yı Dakyanus parasıyla Efsus’a ekmek almaya indirir. Esnafın uyanıklığıyla Yemliha ve arkadaşlarının hikayesi, böyle bir tartışma ortamında TEODÜS’ün huzurunda ve ahalinin şahitliğiyle “Yeniden dirilme” Kur’an deyimiyle “Vel basu badel mevt” ün gerçekleşeceğine bu mucizeyle bir daha iman edilir.
Peygamberimizin olaya vukufu;
Münafıklar onun için;
“O cahildir, tarih bilgisi yok, yakındaki alim papazlardan tuzak sorular bularak ona soralım. Bilemeyeceği için rezil olsun.” Babında hinlik düşünerek, düşündüklerini gerçekleştirirler. Bir mecliste yaklaşarak, gayet nazikçe;
 Efendim; Bize Zürkarneyn, Eshab-ı Kehf ve Ruh’tan bahseder misiniz veya Hızır-Musa ilişkisinden söz eder misiniz? Derler. Resulullah inşallah demeden, Cibril tarafından bu suallere cevap bulacağı düşüncesiyle bir gün gibi bir mühlet vererek bilgilendireceğini söyler.
Haftalar geçmesine rağmen Cibril gelmez. Çok sıkıntıya düştüğü an “İnşallah” demediği hatırlatılarak KEHF suresi iner. İsmi üzerinde KEHF suresi, Eshab-ı Kehf, Zulkarneyn ve Hızır-Musa olayını bütün çıplaklığıyla anlatır. Münafıklar doğruluğunu papazlara onaylatırlar ama yine de münafık kalırlar. Nasip bu olmazsa olmaz. İstersen Deveyi iğnenin deliğinden geçir.                             

4 Aralık 2015 Cuma

FIRTINALI YILLAR (İşte, hayatımızdan bir kesit…); Eğitimci, Araştırmacı - Yazar, Sıddık DEMİR

FIRTINALI YILLAR 
(İşte, hayatımızdan bir kesit…)
                                                                                                    Sıddık DEMİR
Bir gün öncesi ortalık toz duman.  Düdük çalındı her şey aynı ama ortalık süt liman.  Bir gecede ne olmuşsa olmuş insanlık adına hemen  iç  barış sağlanmış.  Bazı aktörler hariç, nokta baskınlar ve yakalananlar toplama kamplarına… Haklı haksız demeden yaşın yanında kurunun da sorgusuz sualsiz üç beş ay özgürlüğünün kısıtlanması içten bile değil. Çok şahit olduk…
            Evet, düdük çalındı.  Arandığımızı duyduk.  Ortalık biraz sakinleşsin diye tedbirli davranıyoruz. Üniversiteli’yiz  ya  en  büyük  tehlike arz eden potansiyeliz de.  Üstelik ülkü ocaklarında liderlik de yapmışız.  Aranmamız için en büyük sebep...
           Nitekim kaldığımız yer tespit edilir. Bir manga asker ikinci katta kaldığımız öğrenci evini basar. Evin arka tarafı bahçeye baktığı için bir kış günü don-gömlek misali kendimi balkondan bahçeye fırlattım.  Düşünce, bir şey hissetmediğim sağlığım bir müddet sonra bozulacaktır. Bacak kemiklerim uzun müddet kendine gelemedi.  Askerin didik didik evi aradığına arka tarafta bir incir ağacı altında tiril tiril titreyerek şahit oluyorum. Ve asker gitti,  Allah’tan bahçeye atladığım yerde kum yığını varmış ta ucuz atlatmışım.
          Adımı taşıyan birini arama tarama esnasında yakalayan asker, o zavallı insana bir hafta işkence yapmış.  Adamın memleketi tutmayınca bırakmışlar. Daha sonraları tesadüfen tanıştığım memleketlim olan bir asker olayın içinde olduğu için anlatmıştı. Karslı o adamdan helallik diliyorum. Benim yüzümden kim bilir bir hafta ne sıkıntılar çekmiştir.
           Son sınıfta olduğum için sınavlara katılmam gerekiyordu. Okula gitmem mümkün değildi.  Asker-polis hep tanıdıkları veya ismini bildikleri için yapılan kontrollerde en kötü ihtimalle yakalanacağım bir gerçekti. Sınavlara da bir şekilde girmem lazımdı. Bir yol buldum. Okulun arka tarafına açılan, yüz veya yüzeli metre uzunluğun da bir tünelden içeri girerek sınava girmeyi kafama koydum. Ve öylede yaptım.  Son bir dersimin kaldığı an da kendimden emin bir şekilde her zamanki tedbire riayet etmeden ön tarafa çıkarak biraz özgürlüğü tadayım dedim.  Benim derdim son finale girip öyle teslim olmaktı. Olacak ya, kendimi ana caddeye atar atmaz emniyet amiri Mehmet Bey’in Mercedes marka otomobiliyle burun buruna geldim.  İçi dolu olan ekip operasyondan dönüyormuş. Hemen sağa çekip durdular. Arkadan bir yol bulurum düşüncesiyle hamle yaptım ama MİT in amiri Tuncay Bey’in arabasıyla karşılaşınca adamlık bende kalsın dermişçesine olduğum yerde soğukkanlı bir şekilde almalarını bekledim.  Allah ömrünü uzun etsin, İstihbaratta sivil-polis olarak tanıdığım Malatyalı  Kemal  ağbi tek başına arabadan inerek yanıma  “Tam da zamanın da çıktın, gayri göz yumamayız” diyerek geldi ve beni alarak doğru emniyete...  Nöbetçi mahkeme tutukladı.
           Cezaevine birden çok arkadaşla vardık. Gerekli işlemler yapılmaktaydı. Soldan-sağdan önden fotoğraflar ve akabinde gelen berber kafaları sıfıra vurarak tıraş etme durumu… O anda gerçek bir Alperen olan cezaevi başkanımız Ahmet Orhan Hoca yanı başımda bitiverdi. Beni tıraş ettirmeden aldı ve kısa bir süre, daha önce hizmetlerinde bulunduğum koğuş sakinlerine bu sefer tutuklu olarak zorunlu refakate mecbur kaldım.  O günün şartlarında dışarıda korkuyla oradan-oraya kaçarak yaşamaktansa, içerde arkadaşlarımla bir mekânı , üstelik masrafsız paylaşmak, çok daha güzeldi. Dışarıda birileri için çok kötü bir durum olarak değerlendirilen o ortam benim için fevkalade emniyetli ve sağlıklı olmuştur.  İçerideki arkadaşlarım arasındaki itibarım belki de rahat olmamı sağlamıştır. Ki şu an için düşünüyorum da el-hak doğruymuş.  Bilahare final sonuçlarını ceza evin de  ziyaretime gelen bir arkadaşım tarafında öğrendim.  Bir ders haricinde hepsinde geçmişim.  Bir ay sonun da  o dersin de final imtihanı gününü  öğrenmiş oldum.  Kendi imkanlarımla ceza evi prosüdürünü de aşarak  imtihana katılmak nasip oldu. Hatta imtihan günü sabah saat altıda kalkıp, imtihan olacağım üniversite binasına ceza evi aracının  içinde iki  jandarma eri ve başlarında bir astsubay olmak üzere zamanında ulaştık. Tek başına bir salona alınıp, ellerimdeki kelepçe çözülerek ayak bileklerimde oturduğum sıraya kelepçelendim. Diğer salonlarda birden çok imtihan olan öğrenci arkadaşlarımı düşünerek koskoca salon da tek başına olmanın verdiği ürperti yanında gururunu da yaşamıyor değildim hani… Okul müdürümüzün ve ders hocalarının yanıma gelerek hal dilleriyle  hal hatır sormaları ve psikolojik destek verdiklerini hissettirmeleri hala gözümün önünde gitmiyor.
          Ülkücü hareketin lider kadrolarından olan bazı hükümlü arkadaşlardan oluşan birinci koğuş, üç bin kapasitesi olan ceza evi yönetimiyle de yakında ilgileniyordu.  Ceza evi  müdürü veya diğer personel  12 Eylül’e rağmen yönetime arkadaşlarımızı ortak etmesi en akıllı duruş idi onlar için.  Bu işin tabiatı böyle olmalıydı.  Öyle olunca da imtiyazlı durumda idiler. Hatta içeri alınmadan önce, arkadaşlarımıza yönelik hizmetimiz 12 Eylül den önce hangi nokta da ise, o arandığım dönemde dahil olmak  kaydıyla  aynı hizmet imtiyazlı bir şekilde veriliyordu...
          Herkesin sindiği,  ağız değiştirdiği, pişmanlıklar sergiledikleri o ihtilal havasında, dışarıda birlik ve beraberlik tesis edilemeyince bari kader mahkûmları arkadaşlarımızı rahat ettirelim gayreti bütün coğrafyamızı sardığı için gereğini abartılı bir şekilde  yerine getirmenin psikolojik yansıması  nın cezaevi yönetimini etkilememesine imkan yoktu…
            Bir koğuş insan…  Yaklaşık 70-80 kişi siyasi mahkûm. Siyasi olmalarından ötürü de nispeten adi suçlu mahkûmlara göre imtiyazlılar. Prosedüre aykırı olmasına rağmen kaldıkları koğuşa yakın bir yerde kendi imkânlarıyla birden çok süt inekleri beslemektedirler. Her gün sağarak elde ettikleri sütü dışarı fiyatının iki üç katı talep edildiği için paraya çevirmek çok kolaydı. Yine kasalar dolusu yumurta tavukları cezaevine sokularak yumurtaları bu imtiyazlı koğuş adına satılırdı. Ciddi paralar elde edilirdi. Hatta her hafta başı bir küçük kamyon değişik muhtelif ve çeşitte meyve ve sebze koğuşa intikal ettirilirdi. Diğer taraftan soğuk meşrubat ta cabası.
          Denilebilir ki bütün bunları nereden biliyorsun?  12 Eylül ün vahşi stratejisi karşısında her camianın sistemi bozulmuştu. Cezaevlerinde yatan siyasi dava adamlarıyla ilgilenen gittikçe azalıyordu. Çünkü her baş denilen insan kendi başının kaygusuna düşmüştü… Bu anlamda çözülmemek mümkün değildi.  İşte öyle bir ortamda sistemsizlik yaşanmasın diye bölgesel de olsa sistemler kurulmalıydı.  Allah’a şükürler olsun ki o sistemi o bölgede kurmaya muvaffak oldum. Tarih buna şahittir. Her biri 20-30 kilo süt veren ineklerden iki adet şehir dışındaki cezaevine sürerek götüren her bir kasada en az 150 adet yumurta veren tavuklardan dört kasa yaklaşık  600 adet tavukla beraber yine her hafta bir kamyon sebze ve meyveyi içeri sokan, meşrubat bir yana muhafazası  olan derin dondurucularla arkadaşlarımızın ihtiyaçlarını karşılayan ben olduğum için çok kolay kalem oynatıyorum.  Bunları ifşa etmek belki bazı insanlar tarafından hoş karşılanmayabilir. Ama o kırılım döneminden bahsedip de, ayrıntılara veya hatıralara girmemek haksızlık olur.
         Bugün şöyle geriye bakınca her şeyin güllük gülistanlık olmadığı anlaşılsın. Bir nesil şu an “Ergenekon” denilen çeteciler tarafından nasıl gök girmiş ekin gibi biçildiği görülsün diye tarihe şahitlik etmemiz lazım.  Her on sene de bir tırpanlanarak, yarış halinde olduğumuz milletlerin en az 15-20 yıl gerisine gitmeyi bize meşru olarak gösterenlerin ne kadar ihanet içinde olduğunu asli unsura anlatmamız gerekmez mi?
          İşte böyle bir sistemi oturttuktan sonra sanki kendi yerimi yuvamı inşa ediyormuşum gibi mecburi ikamete tabi tutulduk.  Çok güzel hatıralarımız oldu acısıyla tatlısıyla. Başlangıçta cezaevi kültürüne uzak olduğum için bazı olaylara geç intibah ediyordum.
          Oradan bir adet varmış. Mahkûmlardan biri yanlışlıkla bile olsa bir başka mahkûmun ranzasına oturmuşsa Tanrı misafiri mesabesinde ilgi ve iltifat görürmüş.  Şahit oldum. İstanbul cenabından olup M. Ali Ağca’yı bir hastane de kaçırmaya niyetlenen ve amaçlarına ulaşamayınca öyle bir suçlamayla hüküm giyen iki arkadaşın aynı ranzada sohbetine, ranza kültürünü bilmeden selam vererek iliştim.   Hemen daha köşeli bir yer gösterilerek ikramlarda bulundular. 
       Hayatım boyu unutamadığım bir olaya başlangıç olan bu ziyaretim, aynı zamanda o güne kadar geliştirip yetiştirdiğim dava diye kendimi bitirme pahasına da olsa gözümü taştan budaktan esirgemediğim bir anlayışın, ciddi bir değişime sebep teşkil edeceğini nereden bilebilirdim.
            Hiç unutmam, oturduğumuz ranzanın karşısında siyah-beyaz renkli olan bir televizyonda bugün dahi adını zor telaffuz ettiğim iki Avrupa takımının futbol müsabakası canlı olarak veriliyordu. Anladığım kadarıyla arkadaşların futbol bilgisi, takım sevgisi gibi taraf olabilecek bir durumda olmadıkları halde, içlerinden biri yani Atilla “Şu takım benim olsun, yenilirsem- elini gırtlağına götürerek- işaret etmesiyle beraber “  Necdet “tamam “dedi.  Ben yine bu hareketten hiçbir şey anlamadım.  Derken müsabaka bitti ve Atilla’nın taraf olduğu takım yendi.  O an gözüm Necdet’e ilişti. Baktım bir arama içine girdi.  “Tamam buldum, ben gidiyorum” dedi ve bir çırpıda ranzadan atlayarak koğuştan çıkması bir oldu.
           Aradan kısa bir süre geçmiş olmalı ki televizyondaki maç yorumları bitmemişti.  Ani den silah sesleriyle kendimizi büyük bir merakla koğuş önündeki bahçeye bizi bekleyen tehlikeden habersiz atıverdik.  Bahçe adeta bir savaş alanı. Kimi yerde, kimisi kaçıyor, kimisi ise mermi  veya  kasatura darbesiyle yaralanmış.  Hiç beklenmeyen bir durum.  Yerde yatan bir arkadaşa yardım maksadıyla elimizi uzatır uzatmaz sağa sola sert müdahaleye devam eden bir askerin silahını doğrultarak “Çek elini ve hazır ol” uyarısıyla korku düştü yüreğime.  Doğruldum ve bir adım geri çekildim, tam hazır ol vaziyetine geçecektim ki yine aynı asker tarafından çok daha sert ve kararlı “Oku lan istiklal marşını o.ç.” diyerek boğazıma süngüyü dayaması bir oldu. Zorla tehditle hem de boğazıma dayanan süngünün zoruyla gözyaşları içerisinde “Daha yüksek sesle, daha gür” uyarısıyla milli marşı okudum. Ama ecel terleri döktüğümün farkında olmadan benim kutsalımın bana zulüm aracı yapılmış olması anlaşılır  şey değildi…
          Oysa içeri girmemin sebeplerinden bir de İstiklal Marşı yerine komünist enternasyonal marşı okuyanlara karşı ateşli silahla muamele etmem…  Şu feleğin işine bakın ki o dönemin solcu gençlerine biz ülkücü gençler olarak İstiklal  Marşı’ nın  kavgasını verdiğimiz   halde, uğruna canı cananı bile vermeye hazır olduğumuz milli değerlerimizin başında yer alan milli marşımızı bize zorla dayatanlara karşı  ne düşünsek nasıl davransak  bilemedim.  Ancak şunu öğrenmiş oldum; 
           Biz değişik  kampta ki  gençler  olarak emperyalizmin öyle oyununa gelmişiz ki, biz  bizden olmayanları  komünist, vatan haini veya kokmaz bulaşmaz sürüler olarak görme alışkanlığı edindirilmişiz de, bizden başkalarının vatanperver olamayacaklarına olan fikirlere inandırılmışız. Bu anlamdaki anlayışı bir başka  şekilde  günümüz de  sürdürenler   halen mevcuttur.
         Ülkenin gerçek sahipleri  nezdin de bizlerin fasa fiso olduğunu o günden itibaren öğrenmiş oldum.  Empati kültürü ve hoşgörü yerleşik hayata inatla geçirilmezse bizler değilse de gelecek kuşaklar daha çok kavgalı gürültülü olacaktır.
          Askerin düşman karargâhına saldırır gibi sağa sola ateş ederek müdahalesinin sebebini bilahare öğrendik. Ranzasına misafir olarak oturduğum ikililerden Necdet ve sporda karşı takım tarafı olan Atilla’nın girmiş oldukları bahis “gırtlak” la ilgiliymiş. Elini gırtlağına götürerek  kesecekmiş  gibi işaret etmesi, daha önceden yan koğuşta yatan, ülkücü bir gencin ölümüne neden olan sol görüşlü birinin ortadan kaldırılması için bir işaretmiş.  Taraf olduğu takım yenilince durumdan vaziyet çıkararak, gizli yerde saklı zulayı alıp doğru bahçeye, oradan da iki metrelik duvardan tırmanıp karşı koğuşa geçen Necdet, hedeflediği kişiye beş on şiş vurduktan sonra tekrar kendi koğuşuna döner.
             Biz tamamen habersiziz. Ta ki asker koğuşa saldırana kadar.
             İşte o dönem için hayatımızdan bir kesit ….

3 Aralık 2015 Perşembe

Eğitimde insan (zekâ) israfı; Eğitimci, Araştırmacı - Yazar, Sıddık DEMİR...

Eğitimde insan (zekâ) israfı
                                                                                             Sıddık DEMİR
       Devlet yönetiminde doğru bir projeyle bile yanlış yapıla gelen mevcut doğruları söküp atmak bir anda mümkün değildir. Devlet ve millet hayatında çok önemli maliyetlere sebebiyet veren bir uygulamadan “zararın neresinde dönülürse kar” anlayışı kendini belli etmeye başlayınca sistemin palazlanmış dinamikleri hücuma geçerler. Art niyetler aranır; her türlü kulplar takılır, işi vatan hainliğine kadar götüren bir yığın savunma mekanizmaları geliştirirler.
      Sebep; “niçin biz düşünemedik” veya “ya saltanatımıza zarar gelirse” kıskançlığı ve korkusudur.
      Hz.Mevlana’nın “Dün dünde kaldı cancağızım,bugün yeni şeyler söylemek lazım” özdeyişinden hareketle eğitim ile ilgili, sisteme yönelik bir konuyu ifade etmeyi uzun zamanlar düşünmüşümdür. Şöyle ki;
     Atatürk:“Türk milleti zeki ve çalışkandır” demektedir. Biz de buna inanıyoruz. Zeki olan insanların iyi eğitilerek milletin aydınlanmasında öncü rol oynaması kadar tabi olan başka ne olabilir? Toplumlar, eğitime verdikleri önem kadar milletler ailesi içinde yer alırlar. Eğitimde kasıt; bir ayağın merkezde, diğerinin dünyayı hatta bütün evreni taraması…Bir ayağın sabit, öbürünün hareketli olması… Milli karakterliliği ifade eden bir anlayış…
      Yıllardır ileri milletlerin seviyesine ulaşmak için  mücadele etmekteyiz. Edindiğimiz gerçek veya taklidi gelişmeleri ülkemize manasız ve zevksiz nakletmekteyiz. Bir milli senteze varan, kendimize ait orijinalliği olan aydınlanmadan mahrum kalmışız. Türk tipi entellektüellerin yokluğu mahşer-i vicdanda çok büyük rahatsızlık oluşturmuştur.
      Bence bunun nedeni kurumsuzluktur. Toplumun tamamı eğitilemeyeceğine göre, çok zeki olan gençlerimize bu eğitimi verebilmek için isminin başında “Milli” kelimesi olan kurumların bir ayağı sabit diğeri bütün evreni taramayı amaç edinen gençler yetiştirebilmek için yerli yerine oturan kurumlar oluşturulabilir.
      Ülkemizin  zeki gençleri iki yolla israf edilmektedir. Sistemin zorlamasıyla halkın da aynı paralellikte eğilim göstermesi gün geçtikçe problemi daha da büyütüyor. İşin farkında olan siyasiler yetkili makamlara gelmişlerdir, velakin  mevcut sistemin hücumuna uğramışlar yada uğramaktan korkmuşlardır. Lise ve dengi okullarda zeki öğrencilerin tamamına yakını FEN bölümüne yönelmektedir. Mevcut sistemde FEN e yönelmek fevkalade sosyal itibar getirmektedir. Okumakla ilgisi olmayan veya vasatın altında bir zekaya sahip gençlerin alan olarak durakları sosyal bölümlerdir. Aşağılık kompleksi olmayan ileri milletlerde devleti yönetenler sosyal bilimciler olduğu için bizdekinin tam tersi revaçtadır.
     Fen Bilimlerine kaydırılan zeki genç nesil sosyal bilimsiz yetiştikleri, diğer tarafta bir çok alanda alt yapı bulamadıkları için ya ülke dışına çıkıyorlar veya içerde teknik alanlarda dar mekanlarda kendilerinden bekleneni veremiyorlar. Sistem bu gençleri bir noktada harcıyor.
      İşte bu alanda bütün statükoya rağmen mevcut hükümet ve onun Milli Eğitim Bakanı temelleri sarsacak bir kararla, iğdiş edilen zeki gençleri sosyal alanlara yönlendirecek adımı “Sosyal Bilimler Lisesi” adı altında atmış bulunmaktadır. Bu liselerin tasarımcılığı belkide daha önceki hükümetler tarafında atılmış olsa da hayata geçirilmesi  yenidir.    Hükümet programında şimdilik altısı açılmış olup,16 adet okul olduğunu basında okuyoruz.
     FEN Liselerine alternatif  olan ve bu alanda  büyük bir vatanseverane boşluğu dolduran bir devrimdir bu. Gelmiş geçmiş milliyetçi onca hükümete ve bakana nasip olmayan eğitimdeki bu reformist anlayış, bu hükümete bu yönüyle nasip olmuştur.
     Sosyal Bilimler Lisesi 2 yılı hazırlık 5 yıl yatılı olarak düşünülmüştür. Bu proje, zombi olma yolunda hızın azaltılması için yapılan bir frendir. İnşallah bu proje amacına uygun  gelişerek milletin hayatında yerini bulur. Aksi takdirde sosyal bilimlerden yoksun teknik, teknisyenlerle kaplumbağa misali yolumuza devam ederiz. Unutulmasın ki toplumları kurttan-kuştan koruyan sosyal bilimcilerdir.
      Zeki Türk gençleri için ikinci dalga kıran olay askerliktir. Lise Fen müfredatına dayanılarak kendi okulları dışında öğrenci alan bu kurum, öğrenci alımlarında istediği
kriterlerle dikkat çekmektedir. Çok zeki çocukların askeri okullara alınarak bilinen kalıpta motomot insan olarak yetişmesi büyük bir potansiyeli bu yönüyle israf etmek demektir.  Subay olmak için bazı teknik alanlar hariç çok zeki olmayı gerektirmez. Vasat zekada bir subayın askeri mantık muacenesinde kendisine biçilmiş bir görevi, çok zeki bir subaydan daha erken yerine getireceğine şahsen inanıyorum.
      Çok zeki insanlar asker veya fen alanlarına kaydırıldığı kadar sosyal alanlara, laboratuarlara, kütüphanelere, milli ve milletler arası arşivlere kaydırılmalıdır. Aksi halde dünya ölçeğinde ne edebiyat, ne felsefe , ne şair ve nede büyük filozoflar yetişir. Bir milletin çoraklaşması işte budur.
      Bir generalin ifşaatinde de anladığımız gibi  sosyal ilimlerden yoksun yetişen nesile  ihtiyaç duyulduğu zaman, onlarda  milleti için şahadet mertebesine ulaşma bilinci zayıflar. Halbuki askerlik mesleği sorumluluğu gereği ölmek için vardır. Bu kurumun bile uzun dönem barış içerisinde  yaşaması için Sosyal Bilimcilere ihtiyacı gereğinden fazla olmalıdır.
       Emperyalistler; Fen kafalıları kendi menfaatlerine rahatça kullanabilirler. Onun içindir ki ilişki kurduğu ülkelerin zeki gençlerinin fen alanlara  yönlendirilmesine katkı sağlarlar. İleri aşamada önce Yüksek Lisans noktasında  beyin göçü, bilahare tasarımcı teknisyen olarak geldikleri ülkelere gönderilerek bir takım hayatı kararları dikte ettirirler. Yani kullanılmaya çok müsait metot.
      Az gelişmiş ülkeler nedense hep bu metoda muhatap olmuşlardır. Sosyal Bilimler Liseleri  bu anlamda çok büyük bir boşluğu dolduracaktır. TSK da çok zeki Türk çocuklarını her alanda istihdam etmekten vazgeçip, kendisini genel liselerin sosyal bilimler mezunlarıyla teknik liselere tem ellendirmesi gerekir. Ancak bu şekilde eğitimde zeka israfı aşağı çekilmiş olur. Dolayisiyle insan israfı da....