23 Aralık 2018 Pazar

TRUMP VE ABD DIŞ POLİTİKASI - Eğitimci Yazar Sıddık DEMİR - ULUSLARARASI İLİŞKİLER,

TRUMP VE ABD DIŞ POLİTİKASI

                
  Sıddık Demir   
   
      Özellikle 2. Dünya Savaşı sonunda dünya liderliğini perçinleştiren ABD süper bir güç olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu süper gücü dengelemek isteyen başka güçlerin varlığı ABD hegemonyasının yumuşak güç -  sert güç şeklinde tavırlarının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
               
      ABD’de klasik bir devlet yapılanması vardır. 
Kendi menfaatleri neyi gerektiriyorsa her halükarda onun gereklerini yerine getirirler. Yöneticilerin rolü öncelikle uygulamak istedikleri plan ve projelerle kamuoyu oluşturup ve uyguladıkları bu plan ve projelerle gündemde kalmaktır. Kendilerine biçilen süre içerisinde icraatta bulunurlar.
                
         ABD’nin şu an ki Başkanı Trump’un özellikle dış politikada oluşturduğu intibaa bakılacak olursa Devlet denilen aygıtın ne olduğu görülür. Elinde pimi çekilmeye hazır bir bomba olan yaramaz bir çocuk tablosu gibi bir Devlet kendini göstermektedir.
                
        Kendi devletinin gücünü ve kudretini Devlet adabı bilmeyen bir Başkan olgusuyla yansıtması her şeyden önce yönetici durumundaki liderin ruhsal anlamda hastalığına değilse cehaletine işarettir. Veya tüccar bir mantıkla devletin çalışma biçimine yön verilmeye çalışılması bu hegoman devleti uluslararası arenada küçük düşürmektedir. Yetkili makamlar sürekli Başkanlarının ardını kollamaktadırlar. Böyle sözüne güvenilmeyen bir lider bugün itibariyle ABD’de görünmektedir. Uluslar arası anlaşmalara veya teamüllere tek taraflı şerh koyarak devlet ciddiyetsizliği rolü oynayan bir lider bu haliyle dünya barışını tehlikeye sokmaktadır. Trump’lı ABD’i hiç bu kadar ciddiyetsiz bir duruma düşmemiştir herhalde.
                
       Son durum, İran ile çok büyük gayret sonu oluşan nükleer silahlar anlaşmasının diğer imza sahiplerine rağmen çekilme kararı alınması. Bu kararın alınmasında ABD derin devletinin hükmü ne kadardır bilinmez ama bilinen bir gerçek şudur ki o da ABD’nin prestijinin uluslararası alanda kan kaybettiğidir. Arada çok kısa bir zaman geçmesine rağmen dünkü olumlu faktörler bugün nasıl yok kabul edilerek antlaşmadan geri çekilebilinir.
               
       Bizim kültürümüzde bir “Kurt Koyun” fıkrası vardır. Geliştirilen Evrensel değerler ve insan hakları, hegoman bir devlet ve onun tüccar lideri Trump’un basiretsizlikleriyle ne hale geldiği bütün dünya kamuoyunca izlenmektedir. Dünyada barış ve huzurun tesisine hizmet etmesi beklenen bu devasa gücün daha ne kadar büyümeye ihtiyacı olmalı ki kendisinden beklenilenin aksine davranmakta mahir görünmekte ve aldığı tek taraflı kararlarla barışı ve huzuru hançerlemektedir.
              
        Bir başka enteresan olay, Kudüs’ü İsrail’in Başkenti ilan etmesi. Karara tepki gösteren devletlerin hissiyatını BM götüren Türkiye ABD’nin yalnızlaştığına yönelik aldırdığı kararla bu gidişata dur diyebildi. “Ben yaptım oldu” anlayışının hâkim olduğu Trump’lu ABD’de bir şeylerin yanlış gittiği veya bombanın piminin kasıtlı olarak çekilmekte olduğu görülmüştür.
               
        Trump’un liderliğindeki ABD derin devleti, liderlerinin paratoner olarak görünmesini kendilerinin kurguladıkları bir mizansen sanılmasını arzulamaktadırlar. Bir devletin sivri ucu yani en son karar mekanizması mutlaka birinci sıradaki insandır. Bu haliyle o, yalnız bir insan, bir örgüt, bir küçük karar merci değil, dünyayı yerinde oynatacak olan bir iradedir. Kendi içinde çatlak seslerle uluslararası ilişkilerde güvensizlik oluşturmak özelliklede bugün ki ABD’ye hiç yakışmamaktadır.
    
        Hafızamızı şöyle bir geriye doğru işletecek olursak ABD’nin aslında Uluslar Arası İlişkiler dosyası Trump’un bu gün ortaya koyduğu resmin farklı versiyonları olduğu ortaya çıkar. 1945 yılından 2000’li yıllara kadar soğuk savaş mücadelesinde tek kutuplu yeni bir güç ortamında kendini bulan ABD  şartlara göre kurumlarını konumlandırarak dünyayı yeniden dizayn etmeye başlamıştı. ABD’nin dünyaya hegoman olması tarihi bir mirastan ziyade, ekonomik güce paralel olarak endüstriyel anlamda son derece gelişmiş ve güçlü olmasıyla kaimdi.  Bu devlette imparatorluk kültürü olmadığı için bu faktörler ABD’nin şimdilik dünyanın dizayn edilmesinde yeterli görülebilir.
       
      ABD’nin yüksek lisans seviyesinde üstün zekâlı insan istihdam etmesi ve bu insanların hazırladıkları binlerce projenin kabul görmesiyle özellikle silah sektöründe dünyanın önünde seyretmesi onu emperyal iştahını bastıramayan bir noktaya taşır. Uluslararası ilişkilerin görünmeyen boyutu olan istihbarat mücadeleleri esasında bu liderliğin alt yapısını oluşturur. ABD ülke dışında yaptığı her operasyon kendini güçlendirdiği için bütün savaşlarını dışarıda yapar. Yumuşak güç denemeleri genellikle diplomatik yani istihbarat savaşlarıyla sıcak müdahale öncesi savaşlarıdır. CİA önce bu yönde ortam hazırlar. Şayet yumuşak güç vetiresinde muvaffak olunamayacağı ön görülürse sert güç denilen metazor metotlara veya usullere başvurur.
       
        Getirisi gereği ABD’nin hegemonyası sürecekse sert güç-yumuşak güç fark etmez. Bush’un sert güç tercihi ile Obama’nın yumuşak güç tercihi şartların getirmiş olduğu duruma göre değişir. ABD’nin hegoman bir devlet olarak yeryüzü hâkimiyetini sağlarken kurucu insan unsurunun Avrupa kökenli olması ön yargıların oluşması hususunda önemli bir faktördür. Mesela birçok haçlı seferi düzenleyen Avrupalı olmasına rağmen Trump döneminde ayni amaca hizmet olan vahşi çalışmalar, şuur altlarının bu anlamda dışa vurmasıdır. Özellikle halkının büyük çoğunluğu Protestan mezhebi mensubu olması ABD’nin dünya jandarmalığı hegamonyası noktasındaki duruşunun rengini ortaya koyar. Bütün istihbarat bilgilerde bu yönde kendini gösterir. Onun içindir ki adaletle hükmetmeyen gücün sonu yoktur. Bitaraf olan bertaraf olur. Bundandır ki Kudüs İsrail’in Başkenti ilan edilerek Büyükelçiliğini oraya taşıma fütursuzluğu uygulanmıştır. Bu karar aşiret yapısındaki toplumların adaletine bezemektedir.
       
        Hâlbuki dillerinde düşürmedikleri “hak ve özgürlükler” değerlendirmeleri işin makyajı olduğu şeklinde anlaşılmaktadır. İşin özü manevi bir şovenizm üzere olan Hristiyan Ülkelerin sivri ucu olan ABD’yi durduracak değerin güç olduğu her hâlükârda kendini gösterir. Bugün Ortadoğu denilen coğrafyada bir armegodon savaşı provası yapılıyor. Bir takım süfli sebeplerin ardına sığınılarak medeniyetler savaşını sahneleyen güçler başta kendileri olmak üzere bütün cihanı ateşe attıklarının da farkındadırlar.



               

5 Aralık 2018 Çarşamba

Ege Denizi Kıta Sahanlığı "Sıddık DEMİR" Eğitimci, Gazeteci, Araştırmacı-Yazar // -Bu durum ise ülkemizin batıda (Egede) kuşatılmışlığına işaret olacağı için Rumlar inatlarından vazgeçmezlerse ya da esnemezlerse yakın gelecekte bir Türk-Rum savaşı gözükmektedir.

Ege Denizi Kıta Sahanlığı
Sıddık DEMİR
Eğitimci, Araştırmacı-Yazar
Cumhuriyetimizin kuruluşuyla başlayan bir problem. Kuruluşu takip eden yıllar içerisinde Rumların tek taraflı aldıkları kararın uygulanma sürecinde devletimizin kendini göstermesi, problemin büyüyerek günümüze kadar sürmesi olayı. Kıta sahanlığı konusu bu şekilde söylenip durur.

Yarı kapalı ve yüzlerce Ada’ dan oluşan Ege Denizi, deniz hukuku bakımında özel bir durum teşkil ettiği halde daha açık denizleri emsal göstererek hak iddiası, Rumların başvurduğu metottur. Başlangıçta bir top atımlık mesafe olan üç mil uzaklık esas kabul edildiği halde Rumlar, 1936 yılında tek taraflı olarak bu mesafeyi altı mile çıkarmıştır. O tarihten itibaren alınan bu karar ülkemiz menfaati bakımından bir kayıp olmadığı için her hangi bir karşı tasarrufta bulunulmamıştır. Bu yapı, iki tarafında haklarına ister tek taraflı ister iki taraflı olsun helal getirmemiştir. Eşit mesafelerde veya eşit kapsamlarda alınan bu kararlar, iki devletin denizi olduğu için rahatsızlık vermez. Nitekim 1936 yılında altı mile çıkarılan Rum kıta sahanlığına karşı ülkemizde ancak 1960’lı yıllarda eşit kıta sahanı kararı almıştır. Her iki devletin ilan ettikleri kıta sahanlığı ortasındaki alan ise Uluslararası deniz olduğu için her hangi bir çatışma veya ciddi bir rahatsızlık olmamıştır.

Bilindiği gibi kıta sahanlığı olayı, bir devletin kara sınırının bittiği yerden başlayarak devam eden deniz alanı sınırıdır. O günün şartlarında problem olmayan bu durum 1945 yılında Paris anlaşmasıyla on iki adaların sahibi durumunda olan İtalya devleti, bu adalar üzerindeki hakkını Rumlara devredince işin boyutu değişmiştir. Bu tarihten itibaren Devlet yetkililerinin üzerindeki rehavet kalkmış olup işin ciddiyetine binaen hep hazır ve tetikte olarak vaziyet alınmıştır. Birinci dünya savaşı sonucu olarak Ege’deki on iki adalar olarak bilinen adaların İtalya tarafında işgal edilmesi ve bu adalar üzerindeki hakkını Rumlar lehine feragat ederek çekilmesi, nur topu gibi bir problemimizin doğmasına vesile olmuştur. Rumlar her daim batının şımarık çocuğu olduğu için ancak güç karşısında kendine gelebilir. Nitekim birleşmiş milletlerin 1982 yılında almış olduğu deniz hukuku sözleşmesine göre, denize kıyısı olan devletlerin kıta sahanlığının azami on iki mili aşmayacak şekilde kabulü Rumların elini daha da güçlendirmiştir.Bu durumda özel şartlara muhatap olması gereken Ege Denizi kıta sahanlığı, Türkiye aleyhinde bir durum oluşturduğu için Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku sözleşmelerine imza koymamıştır.

1982 ve 1994 yılında ki deniz hukuku sözleşmesine itirazda bulunarak çekinceler ortaya koyan Türkiye'nin önerileri dikkate alınmadığı için Birleşmiş Milletlerin bu sözleşmesinde cesaret alan Rumlar kıta sahanlığını 12 mile çıkarmıştır. Yukarıda bahsi olan sözleşmeye dayanarak Rumların kıta sahanlığı iddiası Ege’de ki hakları açısında Türkiyeyi alarma geçirmiştir. Ana karadan itibaren olabilecek bu oniki mil olmuş olsa aliyyülâlâ..Rumlara bırakılan ve üzerinde hayat olan oniki adalar Rumların olduğu için her adanında bu kararla kıta sahanlığının olması kabul edilebilir şey değildir. Türk deniz sahası Ege’de neredeyse bitmiş olup adeta nefes alınamaz bir durum oluşturduğu için Ülkemiz Rumların oniki mil mesafesini savaş sebebi saymıştır. Bu durum, güç karşısında ancak geri adım atmakta olan Rum’lar meselenin çözümsüzlüğünden şimdilik ısrar etmektedir.

Ege denizinde her ne kadar on iki Ada’dan bahsedilse de çok daha fazla yani 2373’ e yakın irili ufaklı ada vardır. Bu adaların 2000’ inin üzerindeki Rumların, 60’ a yakını ise ülkemizindir. Öyle ki denize sınır yapılanmış Ege bölgesi şehirlerimize bir taş atımlık mesafede olan bu adalardan itibaren başlayan Rum iddiası anlaşılır gibi değil. Böyle olduğu için devletimiz bu konuyu hayat memat meselesi olarak görür. Ve blöf olmayan duruşunu keskin bir şekilde canlı tutar.

Türkiye, Birleşmiş Milletler deniz hukuku sözleşmesinin yalın halde ortaya koyduğu şartların Ege denizi gibi yüzlerce adası olan ve yarı kapalı bir deniz üzerindeki uygulanmasının mümkün olmadığını bütün platformlarda ifade eder. Zaten aynı sözleşmeye göre, anlaşmazlığın zuhur edeceği durumlarda iki veya daha fazla devletin kendi aralarında anlaşmalarına da fırsat verir. Rumların, açık deniz hukukuna göre yorum yapmaları ve hak iddia etmeleri diğer özel anlaşmalara dâhil olan yaptırımları görmezden gelir. Rum’ların on iki milde ısrarlı olması hali koskoca bir Ege denizinin neredeyse dörtde üçüne isabet eden alanı olacaktır. Ege’deki Uluslararası deniz alanları küçülecektir. Rum’ların deniz sahaları kadar da hava sahası olacağı için Ege denizi neredeyse bir Rum denizi olacaktır. Bu durum ise ülkemizin batıda (Egede) kuşatılmışlığına işaret olacağı için Rumlar inatlarından vazgeçmezlerse ya da esnemezlerse yakın gelecekte bir Türk-Rum savaşı gözükmektedir. Konunun bu kadar hassasiyetine binaen şimdilik bu durumun üstü kapatılmış olup çözülmemiş konu olarak beklemektedir.

12 Kasım 2018 Pazartesi

İMTİYAZLI SINIFLAR (Mülkiye,Tıbbiye, Askeriye) Sıddık DEMİR; Eğitimci, Araştırmacı-Gazeteci, Şair ve Yazar

İMTİYAZLI SINIFLAR 
(Mülkiye, Tıbbiye, Askeriye)
Sıddık DEMİR


Az gelişmiş demokrasilerde veya totaliter yönetimlerde bazı meslek erbabı sınıflar üst tabakaya yakın olduklarından genelde kendilerini devlet olmuş olarak görürler. Bunun içindir ki bu sınıflar hep imtiyazlıdır. İçinde çıktığı halkını küçümser, onlarla kendisini aynı hukukta görmez. Zamanla mesleğinde ilerledikçe halk ile arasında irtifa farkı açılır da açılır. O, yönetim şeklinin vazgeçilmez sınıfı arasına yükselir. Yukarıda yer tutanların safına doğru yaklaşır.

Son dönemlerde doktorluk mesleği mensupları hakkında sıkça haberler çıkmaktadır. Hasta veya hasta yakınları tarafından darp edilen başta Doktor olmak üzere diğer sağlık çalışanları mağduriyetlerinin olmaması için Devleti göreve çağırmaktadırlar. Şunu hemen belirtelim; Her kim olursa olsun, kendi görev mahalli içinde özellikle de görevini hakkıyla yerine getirenlere karşı metazori kullanılması aşağılık bir durumdur. Varsa bir yanlışlık, hak arama usulü, kaba kuvvetle olmamalıdır. Geçe gündüz insanların sağlığı ile uğraşan o beyaz elbiseli sağlık çalışanlarına karşı uygulanan kaba kuvvet ağır cezayı hak etmelidir.
ÖNCE MÜLKİYE 
SONRA TÜRKİYE!..
Fakat gel gelelim işin sosyoloji tarafına. Can pazarının yaşandığı sağlık alanlarında tedavi eden ile tedavi olanlar arasında geçen bu nahoş olaylar neden dün yoktu veya azdı da bugün artmış halde kendini göstermektedir. Yazımızın başında imtiyazlı sınıflardan bahsetmiştik. İşte tam da bu imtiyazlı sınıf olma haliyle ilintili bir durumdur bu. Az gelişmiş demokratik yapıların mahsulü bu sınıflar ne yazık ki bizim Ülkede bariz bir şekilde görülmektedir. Demokrasisi gelişmiş Ülkelerde imtiyazlı sınıflar olması mümkün değildir. Hep söylenirdi; Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye diye. Bu üç kurum mensupları Ülkemizde bir zamanlar hep imtiyazlı sınıfları oluşturmuşlardır. Vatandaşlar indinde dahi bu böyledir. Bu kurum mensupları hep kendilerinden emin, gelecek kaygıları yok veya az, içinde çıktıkları geniş halk yığınları onlar için bir laboratuvar veya denek durumunda. Tabiri caizse ‘Karada ölüm yok’ psikolojisi ile oluşan dünyevi algı içerisinde jakoben bir yapı da oldukları, halka karşı görev ve sorumluluk açısında kendi doğruları doğru, tenkit ve şikayetleri nankörlük olarak anlayan sistemin bu palazlanmış algıları dinamik bir yapıda var ola gelmiştir.

Sıkıntı demokrasinin gelişmesindedir. Birey hakkı, vatandaşlık şuuru geliştikçe aynı yapıda hareket etmeye alışmış bu kurum mensupları nahoş olaylarla karşılaşmaktadır. Ardında şikâyetler, ne oluyor böyle, can güvenliğimiz kalmadı diyen beyaz gömlekliler. Halbuki bütün ağır çalışmalarına rağmen empati yapsalar veya hasta yakını psikolojisini bilseler, hastaları kesilecek, biçilecek gibi değilde onlarında en az kendileri kadar canları yandığını, psikolojilerinin alt üst olduğunu bir anlasalar… Bu işin çözümü budur. Ben yaptım oldu veya çık dışarı, boşalt burayı, defolun gibi saldırgan yaklaşımlar karşı tarafı tahrik edici olur. Birey kültürü ve hak arama şuuru da dünkü gibi olmadığı için çatışma başlar. Aynı yapıda ısrarcı olan sağlık çalışanları bu alışkanlıklarını değiştirmedikleri müddetçe hangi tedbir alınırsa alınsın bu metazori artarak devam eder.

Problemi çözmek için önce sağlık eğitimi veren okulların müfredatlarına nüfuz edilerek işi eğitim yolu ile halletmek gerekir. Vatandaşın hasta hanelerde çektikleri çilelerin yanında sağlık çalışanların çektiği sıkıntılar söz konusu bile olmamalıdır. Doktor hasta veya hasta yakınları ilişkisini eğitim ile düzenlemek ve sıkıntıları minimize etmek mümkün iken polisiye tedbirlerle sonuç almak birey kültürü geliştiği müddetçe mümkün değildir.

Söz konusu sağlık çalışanı olunca sağlık kurumuna yönelik yorum yaptık. Benzeri imtiyazlı sınıfın biri de Askeriyedir. Allah’a şükür, son dönemlerde demokrasinin gelişmesiyle bu kurumunda milletin tepesinde boza pişirme olayı şimdilik ortadan kalktı. Herkes kendi alanına yöneldi. Bu Millet Prof. Dr. Ali Fuat Başkil’nin‘Neden alternatif anayasa taslağı hazırlıyorsun’ diye asker dipçiği ile hizaya getirildiğini unutmamıştır. İşte imtiyazlı sınıfa dair önemli bir örnek. Elinde silahı olan bir kurumun imtiyazına demokrasinin gücü ile son veren millet iktidarı veya sivil otorite benzeri oluşuma geçit vermemiştir.

Her ne kadar mülkiye yekpare değilse de hukuk kurumu da aynı özelliğe sahiptir. Milletin vicdanına rağmen hukuk adına verilen kararlar nice canlar yakmış, nice ocaklar söndürmüştür. Hukuk kurumu şeffaf ve kamu vicdanını rahatlatıcı uygulamasıyla kurumsal saygınlığını arttırır. Toplumsal barış, eski Türkiye’deki imtiyazlı sınıfların, imtiyazlı kurumların, alışkanlıklarından vazgeçip yeni Türkiye’nin şartlarına doğru evrilmeleri halinde kendiliğinden oluşur. Yoksa halk içine çıkmaktan korkan üst rütbeli bir asker, korumaları ile oturup kalkan bir yargıç veya sağlık müesseselerinde ki bir doktor daha çok tehlikeleri bir yıldırımsavar gibi kendine çeker.

Her insan bir devlettir. 
Vatandaşlık bilinci olduğu sürece kuvvetler ayrımına riayet ve eşitlik ilkesi amelesi üst kazanımlar olarak devam etmelidir.

1 Kasım 2018 Perşembe

Çıktım Dağın Başına Karşımda Bakı BAKÜ – AZERBAYCAN İZLENİMLERİ "Sıddık DEMİR" - Kuruluşunun 100. Yılı dolayısıyla Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin davetine İLESAM olarak icabet ettik. Beş günlük bu ziyaret esnasında “Bir dağın başına çıkıp karşımda Bakı” diyen Şair kadar Bakü’nün güzelliğine şahit olduk.


"Çıktım Dağın Başına Karşımda Bakı"
BAKÜ,AZERBAYCAN İZLENİMLERİM 
Sıddık DEMİR


Şiirinde böyle diyor şair.

Yukarılardan bakıyor Bakü’ye de temaşa ediyor hayranlıkla. Kuruluşunun 100. Yılı dolayısıyla Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin davetine İLESAM olarak icabet ettik. Beş günlük bu ziyaret esnasında “Bir dağın başına çıkıp karşımda Bakı” diyen Şair kadar Bakü’nün güzelliğine şahit olduk.

Şehir yapılanması modern ve son derece temiz bir hususiyeti, görkemli ve ışıklı binalarıyla göz kamaştırıcı güzellikte olan Bakü şehri gerçekten görülmeye değer. Şehrin bir ucundan öbür ucuna uzanan metrosuyla, oldukça geniş ve bakımlı caddeleriyle ve özellikle de insanlarının sıcaklığı dışarıdan gelenleri kendine bağlamaktadır. Daha gelişmiş ve güçlü Türkiye’deki şehirlere on basan ihtişamı karşısında “ Evet öyleymiş” dememe imkânı olmaz herhalde.

Bakü havaalanında bizi karşılayan İLESAM Genel Başkanı MehmetNuri Parmaksız ziyaret boyunca bizlerle yeteri kadar ilgilenerek memnun bir şekilde ayrılmamıza yardımcı olmuştur. Yazar ve Şairler, Genel Başkan’larından ve Azerbaycan muhataplarından fevkalade memnun ve gönül rahatlığıyla ayrılmışlardır.

İlk günün akşamı lüks bir salonda İLESAM üyesi Şairlerin bir programı oldu. Şairler kendilerini tanıtmaya ilaveten şiirlerini okudular. Şiirlerin bir kısmı Vatan, Millet ve Türklük hamaseti üzerine olduğu için Azeri Türkleri ile ortak noktada buluşmuş olduk. Azeri Şairlerinde ortak vurgusu Türklük olduğu için kendimizi evimizde gibi hissetmemize vesile oldu. Son günün akşamı yine oldukça hoş bir salonda bir eser sahneye sunuldu. Kırgız oyuncuların sahnelediği bu oyun hiç şüphesiz Cengiz Aytmatov’un “Cemile” romanıydı. Aytmatov’un oğlu ve kızının açılış ve kapanış konuşmaları yaptığı o salonda bulunmak ve o tarihe şahitlik etmek bir Türk insanı olarak gururlanacak olaydı. Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin görkemli Başkanı Sn. ANAR’ın da konuşmaları yüreğimize su serpmiştir. Bu seyahatten önce ANAR’ın yazdığı Nazım Hikmet’i anlatan “Kerem Gibi” eserinde Nazım Hikmet analizi yaparken son derece objektif olması kendisinin de ifade ettiği gibi bizim Türk Sosyalistlerini rahatsız etmiştir. Pişmanlıklarını, aldatıldığını ve dahası Marksizm’in bir cennet olmadığına dair Nazım’daki hayal kırıklığına şahit olan birisi olarak onun bu yönünü deşifre eden ANAR bir sosyalist olarak elbette hoş karşılanmazdı. Ancak gerçeklerden kimse kaçamıyor. Babası Resul Rıza’nın da Şair olması Nazım’ın Bakü’ye gelince aylarca evlerinde misafir olacak kadar sıkı bir dostlukların olması kalemini desteklemektedir.

Ama şartlar gereği Ülkesinin hain ilan ettiği bir Şair, sırf Türkçe şiir yazdığı için Türkçe konuşan Sovyetler Birliği vatandaşları şahsında en büyük Türk olarak algılanmış. İstemese de böyle muazzam bir hizmeti olmuş ve halen de öyle bilinmektedir. Tebriz’den davetli bir Şair kardeşimizle yakın sohbetimizde en büyük Türkiyeli şair olarak Nazım Hikmet’e ilave olarak günümüzde halen yaşayan Sosyalist Türk Şairlerini marka olarak görmektedir.

Gelelim görünenden öte görmek istediklerimize. Azerbaycan’ın kuruluşunun 100. yılında Devlet olarak bizim dışımızda herhangi bir etkinliğin olduğuna şahit olmadık. Oysa bizim Ülkemizde böylesi günlerde Halk ile beraber Devlet etkinliği hemen her alanda kendini gösterir. Azerbaycan da bu önemli günler için sanırım marjinal etkinliklerin yanında bir kapalı salon toplantısı, TV’de resmi söylemlere hiç rastlamadık. Belki bizim dışımızda cereyan etmiş olabilir. Aslında İLESAM olarak bizim etkinliklerimizdede, Aytmatov’un eserinin sergilenmesinde de halk yoktu. Marjinal bir grup olarak bizler, kendi sayımız kadar Azeri kardeşlerimizle şatafatlı salonlarda birbirimizi üst perdede ağırladık. Öteki Bakü’yü fark edemedik. Bu hali Sosyalist bir Devlet anlayışı, Sosyalist bir Halk şekillenmesinin kalıcı durumu olarak değerlendirdik. Kapalı salonlarda bizi buluşturan kardeşlerimiz üzerine yapılan vurgulara şapka çıkardık.

Velakin bir eksiklik vardı.!

Bu eksiklik orada kaldığımız sürece kendini hep hissettirdi. Karacaoğlan’dan Yunus’a mayalanma vetiresinin ilk basamağında olan eksiklik kendisini gösteriyordu. Sürekli Türklük vurgusunun yanında İslami vurgu yoktu. Noksan olan buydu. İslami kelam, İslami motif, İslami maya helak olmuş durumda. İnanıyorlar, o kadar. Minaresiz küçük mescitler nasıl ayakta kalmıştır hayret doğrusu. Hani bizim Çankaya için “Mabetsiz şehir” yakıştırması yapılırdı ya işte öyle. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptırdığı mabedi görme şansımız olmadı. Onun dışında minaresi olan tek camiyi Devlet mezarlığının girişinde gördük. Türk şehitliğinin tam da yanındaydı. Onların bu halini bir asırlık Rus hâkimiyeti altında kalmalarına bağlıyor ve kınamıyoruz.

Türk Dünyası insanının ruh kökeni İslam’dır. İnsanı ruhundan arındırırsan, kuru bir etnik yapı iskelet gibi bir şey ifade eder. Ruslar bunu çok iyi işlemiş. Kültürel olarak komünist manifestosunun mirası kalıcı olmuş. İnsanımızın manevi refleksi bu açıda asimile edilmiş. Su gibi alkol tüketimi yine o rejimin alışkanlıklarındandır. Ortak anlaşma dili Rusça’dır. ANAR başta olmak üzere Türk Dünyasında bütün davetlilerin Rusça ile anlaşıyor olmaları bu miras gereğidir. Bir konuşma metni önce Azerbaycan dilinde sonra Rusça seslendiriliyor. Aytmatov’un çocukları dâhil kendi dilinde yaptığı konuşmanın ardından Rusça tekrar ediyor. Spiker, sunucu veya moderatör mutlaka konuşmalarının Rusça’sını tekrarlıyor. Müstemleke bir yapı, üzülmemek mümkün mü. Ziyalıları da bunun farkında velakin kolay olmamıştır. Allah kardeşlerimizin hemen her alanda özgür ve milli olmalarını erken vakitlerde sağlasın.

29 yaşındaki Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa ordusuyla Bakü sırtlarında görününce o heyecanla “Çırpınırdın Karadeniz. Bakıp Türk’ün bayrağına” isimli şiirini yazan ve Rus işgalinden sonra bir bahaneyle kurşuna dizilen merhum Ahmet Cevat başta olmak üzere Ruslar tarafından kurşuna dizilen bir Hüseyin Cahit, bir Samet Vurgun’un yattığı yer olan devlet mezarlığını ziyaret ettik. Kurşuna dizilmekten kurtularak Türkiye’ye sığınan bir Mehmet Emin Resulzade’nin “Bayrak düştüğü yerden kalkar.” Özdeyişini hissederek gezdik mezarlığı. Merhum Elçibey’in, Aliyev’in, Bahtiyar Vahap zade ve Nuri Paşa’nın şehit askerlerinin ruhuna dualar ettik. Enteresandır, aynı mezarlıkta Azeri kardeşlerimize zulüm eden işgalci Rus askerlerinden bazılarının da anıt mezarları olduğuna şahit olduk. Belki de Ahmet Cevat, Hüseyin Cahit gibi büyük ziyalıların kurşuna dizilme emrini veren Rus komutanlarıdır bunlar. Aynı mezarlığı paylaşmaları ve şimdilik rahatsızlık vermeyen görüntüleri emperyalist Rus gücünün bir ifadesi desem yerinde olur. Ama gerçek bu, kabullenmemiz gerekir. Kazakistan ve diğer Türk cumhuriyetlerinde de durum böyle olmalıdır.

Nuri Paşa’ya muhabbetleri çok fazla.Bizim Genel Başkanımızın da adının Nuri olması çok sevilmesine işaret. Kafkas ordu komutanımız Nuri Paşa Azeri kardeşlerini güvenceye aldığı zamanı takiben bir Azeri kızına âşık olur. Dünür gidilir velakin kızın ailesi vermez. Oysa Nuri Paşa hiç olmadık şekilde kıza âşıktır. Hâlbukioldubitti ile bu işi bitireceğine aşkını gönlüne gömer. Zaman geçtikçe küllenen bu sevgi Nuri Paşa’nın hayatına başka hiçbir kadının girmesine mani olur. Taki İstanbul’da her türlü sanayi mafyasının tehdidine rağmen kurduğu silah fabrikasında bir suikastla vatan toprağına kanının aktığı güne kadar. Ruhu şad olsun.

Anadolu Türkü’nün medeniyet modelinin ruh kökeni olan Yunus Emre modelinin belki de yeniden inkişafına başlangıç olma ihtimali olacak olan Yunus Emre Enstitüsü’nün Bakü’de kurulması ve Devlet destekli faaliyetler yürütmesi “Bayrak düştüğü yerden kalkar.” sözünü hatırlatır bize. Yeniden bir medeniyet projesinin nüvesi olacak olan Yunus Emre Enstitüleri diğer Türk cumhuriyetlerinde de faal oldukları bilgisi bizi ziyadesiyle memnun etmiştir. Hamasi ve beylik laflarının satıhta kaldığı, derinine nüfuzla yeryüzünün Efendisi olmaya namzet oluşturulmuş bir meşale olmalıdır Yunus Emre Enstitüleri. En azından bizim Kızıl Elmamız bu şekilde hayal edilmiş olabilir.

Anadolu Türklüğü her yönüyle kardeş Devletlere rol model olmaya yakışır. Onun içindir ki bu türde kültürel faaliyetlerin önemi çok büyüktür. İLESAM olarak bu gezi ile beraber onbeşbin kitabın Bakü’ye ulaştırılması çok büyük olaydır. İnşallah amacı doğrultusunda inkişaflara zemin hazırlar.

Kurumsal veya ikili ilişkilerde temsil kabiliyeti yüksek insanların,özellikle ziyalıların devrede olmasına dikkat edilirse kalıcı dostluklar kurulur. Beklentilere göre duruş sergileyen ve onları kendi kültür eksenine yönelten ruh kökenine doğru arayışa iten insan malzemesi kullanılmalı derim. Şair ve Yazar’lık adına temsil kabiliyeti olmayan elemanlarla önemli mahfillerde bulunulması hayal kırıklığı yaşatabilir. Görülen odur ki İLESAM’ın ve Başkanı Nuri Beyin Azerbaycan’daki etkinliği edebi ziyalılar şahsında çok olumlu atmosfer oluşturmuştur. Bu durumun ilişkilerde daha da bağımlı hale gelinebilmesi için hayatın diğer alanlarının da altyapısı oluşturulabilir. Üst bürokrasiye rahatlıkla ulaşabilecek İLESAM bu durumu fırsata çevirebilecek sağlam ticari ve kültürel faaliyetlere girişebilir. İLESAM’ın öncülüğünde bir takım temaslar kurulabilir. Hamasi ilişkilerin hayatın diğer alanlarındaki reel ihtiyaçların giderilmesine katkısı beklenmiyorsa öyle kalmaya devam eder. Ülkemizde İLESAM gibi kuruluşlar her konuda kardeşlerimize rol model olma mecburiyeti vardır. Aksi takdirde bir Nazım gerçeğini değiştiremeyiz.

Burada bir anekdotla meramımızı daha iyi anlatacağıma inanıyorum. Genel merkezi Ankara’da olan bir sivil toplum örgütünün başkan yardımcısıydım. Tebrizli bir kardeşimiz yüksek lisans için Türkiye’ye gelmişti. Biz de kurumumuz Genel Merkezinde yatıp kalkması için yatacak yer vermenin yanında diğer iaşesini karşılamaktayız. Kardeşimiz doğal olarak Türkçü’dür. Bir gün Tebriz’de çıkan edebiyat ve kültür dergisinin üç sayısını bize ulaştırdı. Tebriz’deki faaliyetlerini gururla anlattı. Ardarda sayısı olan dergilerin birinin kapak fotoğrafı Nazım Hikmet. İkinci sayısının kapak fotoğrafı Orhan Pamuk. Bir diğerinin ise Elia Kazan adında bir Ermeni kökenli sinema yapımcısının fotoğrafıydı. Malum Elia Kazan Türkiye’de cezaevlerinde bir müddet kalmış cezasını çektikten sonra Amerika’ya döndüğünde Doğu Ekspresi adını verdiği filmi yapmış. Bu sinema filmi ile Türkiye’yi uluslararası arenada çok mahcup etmiş bir Türk düşmanıdır. Bizim Türkçü Tebrizli kardeşlerimizin de Türkçülüğün öncüleri olarak işledikleri adamlara bakarak ne demek istediğimiz anlaşılır herhalde.

22 Haziran 2018 Cuma

SON DÖNEMDE TÜRK SİYASETİ - "Sıddık DEMİR" Eğitimci, Araştırmacı - Yazar


SON DÖNEMDE
TÜRK SİYASETİ
Sıddık DEMİR

Başkanlık sisteminin tescillenmesine ramak kala, Türk siyasi hayatındaki yeni yapılanmalar kendini bariz bir şekilde göstermektedir. Bir kısım insanımızın kafa karışıklığı hariç, genelde olması gerekenler olmaktadır. Partizancı kadrolar yeni oluşumlarla yeni sahillere yelken açarak ihtiraslarını gerçekleştirme becerilerini ne kadar sergilerler bilinmez ama bilinen bir gerçek, Vatan, millet, demokrasi ve hukuk söylemlerinin yanında otoriterleşme yapılanmasına dikkat çekilerek hayali bir yönetim tarzı gerçekleşecekmiş gibi vaaz ederek halkı manipüle etmektedirler.

Her kafadan bir ses çıkan ülkenin, siyaseten istikrarsızlaşmış bir yapı sonucu ekonomik göstergelerin taban yaptığı, parti menfaatleri gözetilirken ülkenin kronik problemlerinin rafa kalktığı bir Türkiye’den, derli toplu, iki kutuplu ve elbette kendi içinde hukuka bağlı kalarak kararlı bir sistem anlayışının istenmemesi akla ziyan bir duruştur.

Sayısı düzinelerle ifade edilen bir Parlamenter sistemdeki siyasi fırkaların çokluğuyla doğru orantılı olabileceğine inanılan seçme ve seçilme veya halk iradesinin meclise yansıması deneyimini hep beraber yaşadık. Şefi olmayan bir orkestra sunumu gibi milleti kafadan beyinden eden adi gürültülere alışanlar, vaat edilen ve emsali görünen derli toplu siyasi bir sistemden neden rahatsız olurlar. Üstelik ikame ettirilen bu sistemle halk iradesi daha güçlü ikame edilebilir. Türk seçmeninin zaten siyasi olarak başkanlık sistemine hazır olduğu ortadadır. İş bu yeni sistemle iyi organize olunursa önceki sistemde iktidar olamayan muhalefetin iktidar olma şansı artar. Buna en iyi örnek %49’a karşı %51 ile ipi göğüslemek sağ seçmen için başarı sayılmaz. %30 azami oyu olan bir muhalefet Parlamenter sistemde sittinallah iktidar olamayacakları yaşanmışken, yeni sistemde muazzam bir başarıyla veya bir iki puanlık farkla iktidardakileri ciddi anlamda panikletmişlerdir. İşte, halkın iradesinin bu sistemle daha bir belirginleşerek her kesimin iktidar olabilme şansı oluşmuştur. O halde bu ciyaklamanın sebebi basbayağı siyasi körlükle izahı yapılamaz mı? Farz edelim ki bu yeni sistemle hayal kırıklığına uğrayan siyasi iktidar bir iki seçim sonunda tekrar eski sisteme dönmeye çalışsa, aynı kişi ve kurumlar aynı metotla bu seferde başkanlık sistemini değiştirmemek için var güçleri ile muhalefet ederler. İşte hastalıklı bir yapı, ne yazık ki siyaseten taban bulmaktadır.

Çok seslilik demek, Bremen mızıkacıları gibi insanı kafadan beyinden eden çalkama bir hai değildir herhalde. Bu işin bir haddi bir hukuku ve bir kültürü olmalıdır. Her kuruma göre bir dünya özlemi olabilir velakin asgari ölçülerde medeni bir topluma yakışır, basit parti militanlığının çok üstünde bir performansla ülke gerçeği çerçevesinde keskin olmayan uzlaşmacı bir yol, yöntemle yapılan siyaset kutlu olanıdır.

Velhasıl bu ülkede siyaset yapmak çok zordur. Gelişmiş birçok Hıristiyan devletlerinde Halkın fazla ilgi duymadığı siyaset, benim ülkemde hemen her evde yapılır. Bu anlamda insanımızın canlı olması büyük bir nimettir. Velakin aşırılıkların dozunda ayarlanması gerekir. Aşırılıklar geniş kesimin hissiyatı olunca da siyaset zorlaşmaktadır.

5 Haziran 2018 Salı

HAZİRAN SEÇİMİNE DOĞRU "Sıddık DEMİR" Gazeteci, Siyasetçi, Araştırmacı - Yazar


HAZİRAN SEÇİMİNE DOĞRU
Sıddık DEMİR


24 Haziran seçimleri sistem değişikliği nedeniyle siyaset arenasında olmaz denilenlerin olmasına zemin hazırlamış görünmektedir. Bunun yanı sıra ülkemizin bekasıyla ilgili dış dünyanın beklentilerini de eklersek siyaseten yer değiştirmelerin gerekçeleri ortaya çıkar. Bu değerlendirmemiz siyaset yoluyla bir beklenti içinde olmayan büyük kitleler için daha geçerlidir. Çünkü bu büyük kitle ferasetini sandığa koymadan önce büyük fotoğrafa bakarak yapılanmayı hep yapmıştır. Sıkıntılı olan durum bu büyük kitle üzerinde toplum mühendisliği yapan guruptur. Ben merkezli bir Türkiye hedefleyenler, ihtiras ve hırsları gereği o büyük kesitin hiçbir zaman sağduyu ve ferasetini aşamayan bunu başaramadıkları içinde “göbeğini kaşıyanlar” diye onlara hakaret edercesine çılgınlık emaresi gösteren kişi veya guruplardır. Bu guruplar sandıkta ümit kesince iç ve dış çevrelerin illegal olarak desteğiyle zaman zaman iktidarıda göğüslemişlerdir. Cumhuriyet tarihinde bunun örneklerini özellikle bizim kuşak çok yaşamıştır. Hal böyle iken bu siyasi renklilik istikrarlı yönetimler oluşturmamıştır. Yeni bir sistem arayışına gidilmesi ondandır. Huzur ve istikrarın tesisi ve kabile devletlerinde göründüğü gibi sürekli kısır çekişmelerle memleket potansiyelini harcama lüksüne son vermek için daraltılmış şekliyle istikrara gitmek arzusu nihayet kemale ermiştir.

24 Haziran seçimleri bu yönüyle diğer seçimlere benzemez. Seçmenlerdeki adres değişikliği ve aynı endişelerle Ülke fotoğrafı doğrultusunda oluşacak bu yeni durum milletin bekasını çok ciddi ilgilendirmektedir. Eski sistemin sahipleri yeni sistemle bertaraf olacaklarını bildikleri için olmayacak işlere girişmişlerdir. Tahmin edilmesi zor ittifaklara neden olunmuştur. Bugün ki tabloda kendini aşmış siyasilerin yanında tek adam düşmanlığını işleyerek Ülke bekasına yönelik hesap ve kitap yapmadan hırs ve ihtirasla çalışan örneklerde ortadadır.

Anlaşılması ve aşılması zor olan bir Erbakan zihniyetinin devamı olan bir küçük partide aynı uzlaşmasızlık devam etmektedir. Aynı meşrepten gelen, mevcut yönetimdekilerle siyaseten veya inanç bazında aynı gibi gözüken bir küçük muhalefetin aç gözlülüğü veya hırsı nasıl izah edilebilir. Yakın kardeşler en şedit düşmanca metotla birbirlerini nasıl tartarlar. Önümüzdeki Haziran seçimlerine doğru yol alırken özellikle aynı siyasi katmanda olanların keskinleşmesi, kendilerinin bile dünya ve ahret kardeşliğine set çeken bir anlayışta olan yapılarda hiçte geri kalmamaları düşündürücüdür. Yasal olarak haklarıdır velakin ahlaki olmayıp bayağı sıkıntılı bir durumdur. Bu zihniyeti dünde tanırdık, bugün de marjinal olarak halen devam etmesi, demek ki cehenneme sırtında odun taşıma ameliyesi her daim olurmuş. “Kıskançlık çakılı kazıktır” diyen ozanlarımıza bu tablo hiçte sürpriz değil. Hani sapı kendinden olan baltanın kıyıma uğrattığı orman gibi mahzun ve onun gibi mağdur olma durumu gibi bir şey. Habil ve Kabil örneğinde olanı tekerrür ettirilen bir ayıbın modern versiyonlarıdır bunlar. İnsan neslinin en ağır yükü, en ağır bozgunculuğu ve en ağır ahlaki değerlerin tahribi durumudur.

Nefsi değerlerin geri planda kaldığı, daha büyük endişelerden hareketle siyasetin anakarasına destek vermeyi maddi ve manevi beka meselesi olarak gören diğer sağ yelpazenin milliyetçi kesiminin bu duruşu, bahsi olunan Karamolla zihniyeti ile bir tutulabilir mi? Bunun için deriz ki bu seçim, dış dengelerin iç ayağını oluşturan meşreplerin gayretleri zannedilmesin ki bilinmiyor. Milli ve yerli duruş kurumsal anlamda Cumhur ittifakında görülmektedir. Ak partinin yumuşak karnı veya zaafı olan yönünün o’na destek veren milliyetçi kurumlar tarafından telafi edildiğine göre, gayrı kervanın yükü ideal anlamda tamamlanmış olup seyr-ü sefere “vira bismillah” denerek çıkılabilir. Zaferin nasiplisi olarak ipin göğüsleneceği hususunda şüphemiz yoktur. Mevcut iktidara omuz vererek koruma, kollama seferberliği yapmak, mecburi bir vatanseverlik duruşu olup hak ve helaldir. Kara molla ekibinin duruşu haktır velakin her haklı olanın helal iş yapmış sayılmadığını Alev Alatlı çok güzel izah etmiştir.

28 Mayıs 2018 Pazartesi

"MHP’den Neden Aday Oldum" - Araştırmacı-Yazar, Eğitimci: SIDDIK DEMİR


MHP’den Neden Aday Oldum!..
Sıddık DEMİR
90’lı yıllara girerken MHP’deki büyük çatlamanın adı Büyük Birlik Partisi’dir. Rahmetli Yazıcıoğlu ve beş arkadaşının parti içi oligarşik yapıya başkaldırarak ayrılmaları ve yeni bir siyasi hareket olarak yola devam etmeleri ve daha idealist ülkücü iddiası olan insanlar için bir umut kapısı olmuştu. 90’ların başından itibaren BBP’nin ortaya çıkmasıyla başlayan MHP’deki bir başka soğuma süreci ancak yeni bir kırılmayla durulacaktı. Nitekim FETÖ kadrolarının devlet imkânlarını kullanarak iktidarı ele geçirme gayreti MHP nezdinde çok iyi görülmüş olupayni zamanda bu durum yeni bir siyasi kırılmanın başlangıcı olmuştur.

Misyonu gereği “önce vatan” refleksi kendine yeni bir kulvar açtırmış ve geçmiş söylemlere bakılmadan siyasi ortaklıklara fırsat verilmiştir. Ateş çemberi ile çevrilmiş Anadolu coğrafyasında hür ve müstakil olmanın faturasını kendi partisinin ikiye bölünme riskine rağmen göğüsleyen sayın lider Devlet Bey, devlet gibi keskin kararlar alarak fedakârlıkta bulunmuştur. İşin takdire şayan yanı zamanlamanın tam yerinde olması halidir. Mevcut iktidarın şahsında devletin dışarda ve içerde kuşatılmasının oluşturduğu psikolojik duruma kapı gibi sertlikle destek olunması, acil bir kan mesabesinde olup devlet refleksinin sarsılmasını engellemiştir.

Bunun yanında bir kısım milliyetçi- ülkücü aydınlar nezdinde yirmi otuz yıldır ayrı düştüğü bugünkü MHP siyasetiyle, ayrı düşülmesine sebep olan kriterlerin kalktığı görülmüştür. Rahmetli Yazıcıoğlu’yla başlayan siyasi tavırlar en az o cenah için ortadan kalkmış göründüğü için gelinen nokta tekrar rücu haline gelme olarak değerlendirilmiş.

İşte tam da böyle bir siyasette karar verici mercilere ve kurumlarına gönülden duaya ilaveten taşın altına elin konulması mesabesinde sorumlu davrandığımız için aday adaylığı müracaatımız olmuştur. Yeni iradeyi selamlamada samimiyetimizi göstererek yapmış olduğumuz bu ameliyenin takdiri şayan bir davranış olduğunu muhatabınca anlaşıldığını beklemeyi dahi menfaatçi bir tarz olarak bildik. Basın yoluyla değişik mahfillerde dünün MHP’sinin politikasını çok eleştirmem den dolayı üzerimize çizgi çekileceğinden emin olduğumu bildiğim halde, büyük fotoğraf endişesiyle ilkesel durmayı dava adamlığı kriterliği bildiğim için çok mesudum.

Partizanlığın dava adamlığının ölçüsü olarak görülen şu ortamda, bu tür halisane prensiple siyasete taraf olmak elbette her duyarlı insanda beklenmez. Her siyasetçinin de zaten yapabileceği bir erdem değildir. Kaht-ı rical eksikliğine yani adam kıtlığına rağmen bugünkü siyasi tabloda başarılı olunuyorsa bu durumu tamamen lider faktörüne bağlamak haksızlık olarak görülmemelidir. Daha dün rahmetli Yazıcıoğlu hareketine karşı amansız bir duruş sergileyen MHP’nin partizan kadroları kendi tabanlarının hızla kaymalarını hesap edemeyen bir anlayışla bir projenin tuzağına düşmekte pek mahir davrandılar. 70’li yılların küllük horozları rahmetli Reis’in ilkesel bazda ülkücü kaygısıyla ayrılmış olduğu MHP’de şahsi hesaplar veya oportünist endişelerle hızla yer değiştirdikleri görülüyor. Bu kadroların ülkücülük endişelerinden hareketle yeni bir oluşuma göz kırptıkları hususunda hiçbir samimi kriterleri görünmüyor.

İşte partizanlıkla büyük dava ilkeleri endişesi bu iki kırılma hareketinde kendini göstermektedir. Sayın Devlet Bey’i tebrik etmek lazım. Bu küllük horozlarının gemiyi terk etmesini takip eden zaman diliminden itibaren hemen siyasetin anakarasıyla ittifak yaparak bir taraftan devletin sağlam durmasını sağlamış diğer taraftan ayrılan partizanların dahi iştahını kabartan devlet olma beklentisine zemin hazırlamıştır. Ama ne fayda, pişmanlık göstererek dönme yüzsüzlüğü de aşikâr olacağından veya dikkate alınmayacağından şimdiden dizlerini dövmeye başlamışlardır.

Reis’in harekâtı ilkesel bazda olduğu için kutsiyet arz etmesine rağmen bunlarınki süfli olduğu görülür. Bundandır ki bugünkü MHP siyaseti ulusalcı çizgiden muhafazakâr çizgiye geldiği için ilkesel bazda olduğu yerde duran bendeniz bu durumu alkışlamış ve omuz vermek için aday adayı olmuşuzdur. Bulunduğumuz noktaya geç de olsa gelen MHP siyasetinde bir dava mesabesinin yüksekliğini, bahsedilen küllük horozlarının anlamasını beklemek beyhude olur.

Ülkemizin dünya ölçeğindeki yeri ve gücü bellidir. Amaç bu milleti tekrar hak ettiği yere taşımaksa, uçlardaki siyasi oluşumlarla bu işin olmayacağı bugünün şartlarında hesap edilmelidir. Yalın halde bir Türk milliyetçiliği söylemiyle devleti yönetme arzusu şartlar oluşursa belki velakin tarihte pek görülmeyen devlet olma,özelliklede güçlü devlet olma vetiresi hiç yaşanmadığı halde bugün de böyle bir siyasi yaklaşım içinde olmak ülkeyi felakete götürür. Onun içindir ki bir Menderes, bir Özal, bir Demirel ve bir Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği orta değerde ilkeleri olan ve halkı tamamını kucaklamaya yönelik ince siyasetlerle bu millete ve devletine en iyi hizmet edileceği hususunu bizim küllük horozları nereden bilsinler.

Yeri gelince beş bin şehitten bahsedilir. Beş bin değil on bin de verilse aklın yolu birdir. Dünya dengelerini dikkate almadan ülke yönetimine talip olanlar onca kana, onca cana rağmen bir arpa boyu yol alamazlar. Akıllı ve ince bir siyasetin anakarası partilerin yanında iyi bir siyasetle devlet olmanın kapıları sonuna kadar zaten açılacaktır. Bizim horozların, bizim Donkişotların akıl edemedikleri tablo da bu. MHP’nin isterler ki ulusal çizgide kalarak vatan millet edebiyatına devam etse. Fikir sığlığı ve siyası aymazlığın hat safhada olduğu bu insanlardan MHP bugün itibariyle kurtulmuştur. Gerçek bir ülkücü kimliğe yönelik atılan bu adımın ilk dönem teorisyenlerinden rahmetli Seyit Ahmet Arvasi’de sadır olan ilkelere doğru seyr-i sülük etmek en azından bu kalem sahibinin arzusudur. İlkelerin gerisine düşen yeteneksiz güngörmüşlerin de ufkunu açabilecek, ilkelerin önünde seyreden kaht-ı ricallerin çoğunluğu sağladığı kadroların ülke yönetiminde söz sahibi olma durumu büyük devlet olmanın en önemli göstergesidir.