8 Haziran 2017 Perşembe

"MANEVİ ALGILAR", Sıddık DEMİR

MANEVİ ALGILAR
     Sıddık DEMİR
            Ömer Nasuhi BİLMEN’in  “Muavazaalı İlmi Kelam” isimli eserinde İslami İlimleri üçe ayırır. İnançla ve itikatla ilgili olan kısmına Akait, muamelat ve amelle ilgili olan bölüme Fıkıh, ahlak ve şeriatla ilgili üçüncü kısmını da Tasavvuf diye sınıflandırır.
            Akait ve Fıkıh dairesinin önemli bir aşaması olan ahlak bir nevi müminleşme şuurunun göstergesidir. Ahlaken yükselerek manevi mertebelere ulaşmak esas olan hedeftir. Daha çok duygu ve sezgi yoluyla kamilleşmek murat edilir. Bu sınıftaki insanların toplumu veya devleti de ona göredir. Aklın putlaştırılması manayı akamete uğratacağı için onun da bir dünya algısı veya dünya düzeni olacaktır.
            Yıllardır konunun uzmanı birçok kişiye hep sormuşumdur. Bir Oryantalistin “ İslam dünyasında İmam GAZALİ ve El-EŞARİ olmamış olsalardı, bugün ki bilim öncülerinden bir KOPERNİK, bir GALİLE veya bir AİŞTAYN mutlaka onlar içinden çıkabilirdi” tespitini…  Velakin ya bendeniz bu soruyu sormaktan aciz kalmışımdır veya konuya hakim uzmanların sorumuzdan ne kastettiğimizi kestiremediklerinden olsa gerek cevapları tatmin edici olmaktan uzak olmuştur.          
            Metafizik olguların kabulündeki duygu, ya fizik aleminin unsurlarından yer almaması veya yetersiz olması, mistik bir mana anlayışının ameliyesinin gelişmesine vesile olmuş olabilir. İmam GAZALİ’nin de tıpkı MEVLANA gibi akli ürünlerin tatminsizliğine binaen çıta atlayarak mana aleminde aşka yelken açması itikatta mezhep kurucusu El -EŞARİ felsefesinin geniş kitleleri etkilemesine yol açmıştır. Onun içindir ki “Sufi İslam” denilen bir karakter, insanı akli mücadelede zayıflatmıştır.
            Kitabi bilgilere ulaşarak yaşamanın zorluğu da ortadayken kolaycılığa kaçınılarak öyle bir inanç algısını yaşamak geniş kesimleri El- EŞARİ’ciliğe yakın gibi durdurur. Onun içindir ki bahsedilen Oryantalistin tespiti çok yerinde olup halen en azında bazı manevi algılar için geçerlidir.
            Çok ileri gidilerek aklın hor görülmesi anlayışı da EŞARİ’ciliğin aşırı zorlanmasından kaynaklanır. İtikatta diğer bir mezhep olan MATURİ’dilik de bu anlamda Müslümanlar için çok önemli olup aynı EŞARİ’cilik gibi ekolleşmiştir. Aslında bu İmamlarımız arasında keskin görüş ayrılıkları olmamasına rağmen ilham alanlar şahsında varmış gibi bu tarzların farkında olmadan yaşatılması herhalde sağlıklı değildir. Daha çok okuyan, araştıran, yazan, aklını iyi kullanarak insanlığa rehber olmaya çalışan bir avuç aydınlanma veya üretme gayretinde olan ULEMA sınıfını ilgilendiren bu konu, saflaşma emaresi gösteren toplumsal bir olgu olmamış olsa, bu tartışmalar bir avuç toplum önderlerinin problemi der geçilir.
            “Aklını kullanmayanı pislik içerisinde bırakma” ilahi emri ne yazık ki gelinen nokta itibariyle Ümmet’in görünen resmi ortadadır. Oryantalistin “İslam aleminde MATURİDİ’lik veya ilk dönem GAZALİ- MEVLANA felsefesi hakim olsaydı, Hıristiyan aleminde bir Aiştayn, bir Kopernik veya bir Galile çıkmazdı” gibi bir soruyu da karşı tespit olarak bizler sorabilirdik. Teknik olarak EŞARİ- MATURİDİ sentezi olabilir mi bunu işin uzmanlarına bırakmak lazım. Mesele EŞARİ-MATURİDİ meselesi değil, taraftarlarının küçük farklılıkları sivriltme meselesidir. Sanki farklı kampların değerleriymiş gibi birbirleri ile kavga yaptırma meselesidir.
            Tıpkı ikinci bin yılın yenileyicisi olan imam RABBANİ’nin “Vahdeti Şuud” görüşü ile “Vahdeti Vücud” nazariyesinin üstadı veya kurucusu Şeyhül Ekber Muhittin İbn-ül ARABİ’nin durumu gibi. Biri diğerinin alternatifi veya muarızı gibi takipçilerinin oluşturduğu algılara benzer durum. Oysa bu iki mübarek zatların ortak kaygıları aynı, ancak tatlı nüans farklarıyla birbirlerinin akledemediklerinin tamamlayıcı bir üslupla oluşturdukları yol veya yordamdır.
            Tasavvufun yok kabul edilmesi ne kadar yanlışsa, aklın hor görülmesi de hakeza o kadar yanlıştır. Âlimlerin bu iki yolun bileşkesini oluşturma bakımında köprü olmaya mesul oldukları aşikardır. 

30 Mayıs 2017 Salı

AHMET ER (EN SON MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ ÜYESİ) AĞABEYİN ARDINDAN, Eğitimci, Araştırmacı-Yazar: Sıddık DEMİR

AHMET ER AĞABEYİN ARDINDAN
    Sıddık DEMİR
Ülkücü camiadan birçok kişi ile bir şekilde, bir yerlerde yolları kesişmiştir. İçinde çıktığı halkının hep bir parçası olarak onlarla iç içe yaşamıştır. Siyaseten büyük görev üstlenmesine rağmen, üstlendiği işe uyumlu tavrı veya yaşama şekli halkı nezdinde takdire şayan görülmüş ve sevilmiştir.
Tek kusuru, rahmetli MENDERES’e karşı darbe yapan konseyin içinde bulunması halidir. Belki de bu hal kendi elinde olmadan kaderin sürüklediği bir mecburiyettir. Yüzbaşı rütbesi ile darbecilerin konseyinde merhum Albay TÜRKEŞ ile beraber yer almıştır. 38 kişiden oluşan darbe konseyi kendi içinde yapılan bir baskınla AHMET ER ağabeyinde içinde bulunduğu 14’dü zorunlu olarak yurtdışına sürülmüştür.
Ahmet ağabey de Libya’da ikamete mecbur edilir. Cemal Madanoğlu ekibinin iktidarı İnönü’ye teslimi arafesin de sürgünde ki 14’ lerin yurda girişine ancak müsaade edilir. 21 Şubat Talay AYDEMİR  kalkışmasının ardından demokratik mücadele yapmak için CKMP de merhum TÜRKEŞ ile beraber siyasete girerek. O günden sonra hep bu doğrultuda mücadelesini sürdürmüştür. Doğru ve dobra siyaseti, en yakını olan TÜRKEŞ’i dahi birçok yanlış yapmakta korumuştur. MHP içinde hatırı sayılır bir yeri olduğu için lidere dahi ön ismi olan “ALPASLAN” diye hitap edermiş.
Kendisiyle Akhisar Sünnetçiler köyündeki evinde uzun uzun bu mevzular üzerine konuşmuşluğumuz vardır. Çok daha yakınında olan Selçuk ÖZDAG kardeşimiz onun bu konularda samimiyetini çok daha iyi bilir. SELÇUK Bey ile beraber evinde ziyaretindeyken hemen yanı başımızda zuhur eden bir orman yangını teşebbüsünü de hep beraber büyük bir afete sebebiyet vermeden söndürmüşüzdür.
Hatıratını yazdığı kitap bir dönemin daha iyi anlaşılmasına kapı aralamıştır. Velakin “Mezara kadar” mantığıyla bilinen sırlarının önemli bir kısmını yazmaktan imtina ettiği bilinir. Devlet adamlığı veya delikanlılık kültürü gereği genelde bildik olanları tekrar etse de satır aralığında bazen mahrem bilgileri elinde olmayan nedenle beyan ederdi.
Libya da bulunduğu dönemde Elçiliğe uzak bir yerde ikamet eden yaşlı bir gönül adamından sitayişle bahsedildiğini duyunca bu faninin ellerinden öpmek ve duasını almak maksadıyla ayağına kadar gider. Uzun bir yoldan sonra bu ihtiyar adamın huzuruna varılır. Ahmet ağabey hiç tereddütsüz öpmek için eline çöker ama ihtiyar gelenlerin TÜRK Elçiliğinden olduğunu öğrenince kendisi de eline çökenin elini öpmek için karşılıklı birbirlerini denkledikleri görülür. Derken bu hengamede her ikisi de birbirinin elini öper. Ancak ihtiyar;  “Kim daha karlı evladım” deyince Ahmet ağabey, “ Bir aksakalın, bir gönül Adamının, bir nur yüzlü Velinin elini öpen ben karlıyım” deyince ihtiyar Adam; “Hayır evladım Ahmet hayır. Sen şu çölde yaşayan âmâ ihtiyar bir Bedevinin elini öptün. Oysa ben senin şahsında bütün Türk Milletinin, koca Osmanlının elinin öptüm. Onun için ben çok daha şanslıyım evladım” dediğini hatıratında da yazar.
         İlaveten bizzat kendisinden dinlediğim başka hatıralarda vardır.
         Bir televizyon programında Alevilerle ilgili oturuma ülkemizdeki bazı Alevi kanaat önderleri iştirak eder. Ahmet Er ağabeyi de Manisa da gelerek katılır. Katılımcıların tamamı Alevi Dedesi ünvanına sahiptir. Ahmet ağabey de Alevi-Bektaşi olmasına rağmen toplantıdaki diğer katılımcıların sert tepkilerine maruz kalır. Reklam arasında, çay molasında kendisine çok sert tavır koyan Dedenin biri Ahmet ağabeye yaklaşarak, Manisalı olduğunu anlayınca “Size Manisa’dan çok değer verdiğim birini soracağım, bilmem tanır mısınız? Sorusuna ilaveten “Bu kişinin adı Ahmet soyadı Er’dir” deyince Ahmet ağabey “Allah hayrını versin, bahsettiğin kişi şu an karşınızda yani benim” deyince muhatabı olan Dede, iki elini de havaya kaldırarak yanına doğru kucaklamak için yaklaşırken ağzından “Vallahi ben almadım, bana para henüz verilmedi” sözleri itiraf gibi dilinden döküldüğünü bir sohbetinde söylemiştir. Tekrar oturuma geçildiğinde önceleri sürekli konuşmasını kesen diğer Dedeler süt dökmüş kedi gibi sözü kesilmeden gayet saygıyla dinlendiğini söylerdi.
MHP siyasetinin uzun dönem mutfağında bulunmuştur. Bu sadakati merhum Yazıcıoğlu’nun ayrılışına kadar sürmüştür. Muhsin Beyin siyasi macerasında merhum Abdurrahim Karakoç ağabeyle onu yalnız bırakmamışlardır. Adeta Büyük Birlik Partisinin ombustmanı durumunda olmuşlardır.
Rahmetli Gün SAZAK’ın parlemanto dışında Bakan olmasında Vecihi Öğütçüoğlu ile beraber çok emeği olmuştur. Merhum GÜN Beyin bir piknik dönüşü evinin önünde çapraz ateşle şehit edilmesine müteakip bütün MHP ve Ülkücü camia infiale gelerek Ankara’ya ulaşırlar. Cenaze morgtan alınıp MHP Genel Merkezine on binlerin omuzunda getirilir. Büyük bir sessizlik hakim ve yazın sıcağında iştirakçilerin burunlarını sıksan canları çıkacak gibiler. İsterler ki Genel Başkanlarının bir an önce Genel Merkez binasından aşağıya insin ve cenaze namazı kılınmak için Hacı Bayrama varılsın. Ama BAŞBUĞ bir türlü aşağıya inmez. Parti kurmaylarından Agah OKTAY Bey Ahmet ER ağabeyin kulağına eğilerek “Ağabey BAŞBUĞ’u ancak sen uyarabilirsin. Yukarı bir çıksan da şu gençler, şu sarı sıcakta daha fazla bekleyerek bir de böyle işkenceye tabii olmasalar” uyarısı üzerine yukarı çıkar. Bakar ki rahmetli Türkeş hiçte önemli olmayan bir bahane ile yanındaki terzisiyle meşkul. Gür bir sesle “Alparslan, aşağıda ki cenaze senin dava arkadaşın, eski Bakanın.  On birlerce genç şu sıcakta seni bekliyor. Sen se bu şekilde hiçbir şey olmamış gibi veya sıradan bir cenazeymiş gibi bir hal içindesin” uyarısına “Tamam Ahmet, haydi çıkalım” cevabı üzerine Genel Merkez binasından cenaze başına inilerek korteje dahil olunur.
Kendisinin kamil bir Müslüman olduğuna dair şehadet etmeyenleri tanıyanları nezdinde yok gibi sayılır. Metafizik ürpertileri onu daha da kamilleştirmiştir. Bildik bir asker zihniyetinin esamesi onda görülmez. İzmir de Bergamalı Hasan Baba ile mesaisinin yanında Ankara Mamak da ikamet eden Malatya Pötürge kökenli Ahmet KAYHAN hazretleri ile de manayı yaşama noktasında ilişkisi olduğuna yakın çevresi ve bizler şehadet ederiz. Rahmetli Yazıcıoğlu ile beraber Ahmet KAYHAN hazretlerini her Ankara’ya geldiğinde mutlaka ziyaret ederek manevi sofrasında istifade ederdi.
Bir telefon konuşmamız da; KAYHAN Dede’yi görmek için Mamak’taki evine vararak kapıyı çaldığını ve bakıcısı hanımın “Hasta… Ziyaretçi kabul edilmiyor” uyarısına rağmen Ahmet ağabey,  hiç duymamış gibi kapıyı iterek yanına varması üzerine KAYHAN Dede’nin “Ben o Muhsin’e gücendim Ahmet. Sana da hasta denmesine rağmen dinlemeyip geldin. Oysa senin önün sıra o da gelmiş. Hasta olduğum söylenince gerisin geri dönmüş. Halbuki O’da senin gibi kapıyı açanın söylemini dikkate almadan içeri girebilirdi” ifadesini Ahmet agabey şahsıma beyan etmiştir.
Selçuklu Vakfı olarak birden çok kitabını vakıf adına çıkararak geniş kitlelere ulaştırma nasip oldu. “Hayat ve Hatıratım” adını verdiği kitabını bütün basım aşamasında bizzat ilgilenerek gerek son dönem siyasi hayatımızın gerekse müellifi Ahmet ER ağabeyin ihya olmasına vesile olabildiğimizi zannediyorum.
            Böyle bir mübarek günde toprağa düşmesi kamil bir Müslüman için bir ödül olmalıdır.  Ahmet ER ağabeyimiz de ruhunu teslim ettiği şu günlerin manasına uygunluğunun şifresini vermiştir zaten. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. 

25 Mayıs 2017 Perşembe

"ATATÜRK YİNE GÜNDEMDE" Eğitimci, Gazeteci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık Demir

ATATÜRK YİNE GÜNDEMDE
Sıddık Demir
            Süleyman YEŞİLYURT ve Mustafa ARMAĞAN ismiyle bilinen kişiler Türk fikir hayatına yönelik çok önemli çalışmaları olan aydınlardır. Kamuoyu kendilerini iyi birer araştırmacı olarak tanıdılar ve sevdiler. Yanlış anlaşılmaya müsait bir konu da bu kişilerin art niyetlilerin saldırıları karşısında panikledikleri de görüldü.
            Bu şahısların söz konusu alanda uzmanlıklarını bilenler ya sustular veya halen kem küm etmeye devam etmektedirler. Susanların vebalinin büyük olduğuna inanılır. Onlar susunca ömründe bu konularla ilgili hiç kitap okumayan görsel medya sunucularının zavallıca saldırılarıyla kamuoyu oluşturulmaya başlandı. İster istemez devlet refleksi de bu aydınların aleyhinde olduğu görüldü. Susması gerekenlerin konuşması, konuşması gerekenlerin susmayı tercih etmesi anormal bir durumdur. Bu tavrın ne aydınlara ne ülkeye ne de kurucu liderimiz olan Atatürk’e bir faydası olur.
            Tarih bir ilim dalıdır. İlim adamları ise özellikle topluma mal olmuş olayların ve liderlerin ayrıntılarını ve özel hayatlarını dâhil her türlü eylemlerini didik didik ederler. Tarihin konusu budur. Bir liderin özeli olamaz. Topluma mal olmuşsa eğer onun korunmaya da ihtiyacı yok demektir. Hakaret, iftira, küfür olmadığı müddetçe her türlü malzeme kullanılarak tespitler yapılır. Tarih budur, ilmi çalışmalar böyle olur, başka türlü nasıl olunur. Ancak totaliter yapılarda benzeri tepkiler acımasızca seyreder.
            Murat BARDAKÇI ve Mustafa  ARMAĞAN  akademik sıfat taşımadıkları halde kendi alanlarında en yüksek payesi olan akademisyenlerden ilmi ve araştırmacı vukufu daha yüksek zatlardır. Süleyman YEŞİLYURT ise alanında onlarca çalışması olan irfan hayatımızın değerli bir mümessilidir. O günün şartlarında tek adam özelliğiyle haklı bir konumda olan Atatürk’ün çok özel istek ve arzularının kamufle edilerek giderilmesinin doğal görülmesinin yanlışlığı olmadığı halde, her akşam çilingir sofralarının kurulmasıyla alınan zevklerin dışında mahremi zevklerinin de olmaması izah edilemez.
            Sağlıklı bir insan alkole düşkünlüğü kadar yemeğe, gezmeye ve karşı cinse de ihtiyaç hisseder. Hassasiyeti olanlar bu işlerden bazılarını aleni yaptığı halde bazılarına aleniyet kazandırmaz.  Bu tavrın çeşitli saiklerle kendilerine göre bir nedeni mutlaka vardır. Üstelik ATATÜRK  gibi bir lider. Lider olduğu içinde bazı şeylerine aleniyet kazandırmaz. İddia edilen konuda söz konusu aydınlarımız ilim adamlığına yakışır tespitler ortaya koymuşlardır.
            Atatürk’ün bir erkek haricinde en az sekiz tane manevi kızı olduğu biliniyor.
Biyolojik olarak bir bağı yoksa hiçbir kadın bir erkeğin kızı veya hiçbir erkek bir kadının oğlu olamaz. Mahremlik nedir ne değildir ATATÜRK bunu en az söz konusu aydınlarımız kadar bilir. Mesela manevi kızı olarak bir Bülent Hanım vardır ki görenleri bir daha baktıracak kadar güzel bir kızdır. Bu da Ata’nın manevi kızıdır. Bülent, Ertuğrul yatı kaptanının kız kardeşidir. Atatürk’ün bu manevi kızla çok yakından ilgilendiğini uşağı Cemal Efendi hatıratında beyan eder. Bu Hanımın saray dışında bir başkasıyla adının anılması köşkle ilişkisinin kesilmesine vesile olur. Şimdi şu akla gelmez mi; ATATÜRK kızını korumak için mi saraydan kovmuştur. Yoksa saraydan kovulmasının sebebi ne ola ki.
İşte Tarih bunu sorar. Altında çapanoğlu çıksa da…
            Bir diğer manevi kızı Amasyalı Zehra’dır. Ankara’ya dönmemek için sürekli tahsil hayatını uzatmasına karşı “Dönebilirsin” emri üzerine yanında Atatürk’ün en yakın arkadaşı Fethi OKYAR ile beraber yurda dönerken Londra treninden kendini atarak intihar eder.  Zehra’nın intihar sebebini elbette ucu nereye çıkarsa çıksın tarihçiler araştıracaktır. 
            İlim adamlığı metodu budur. Neden ve niçin leri araştırarak olayları aydınlatır. Saatte hızı yüz yirmi kilometre ile giden trenden genç ve güzel, bir o kadar da dünyayı tanıyan, mükemmel bir yabancı dil ve daha önemlisi Ortadoğu’nun Efendisi bir milletin Ata’sının manevi kızı olarak bilinen bir Hanım, neden bu sonuca kendini reva görür.
            Mustafa ARMAĞAN ve Süleyman YEŞİLYURT bu nedenleri araştırmaya memur adaylardır. “Vurun abalıya” diyen çapsız çapsız insanlarla muhatap olmak ne onlara ne de Atatürk’ümüze bir fayda vermediği gibi zulme de dönüşebilir.
            Şunu demek istiyorum;
            Bütün bunlar olabilecek şeylerdir. İtibar kaybettirmek adına gündeme almak ne kadar yanlışsa, efendim o bir melekti, sinirleri duyguları dumura uğratılmış insanüstü bir varlık olduğu için bunu yapmazdı gibi tarzlar da yanlıştır. Devlet ricalinde hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir. Herkes rolünü doğru oynamışsa, hiçbir mağduriyet de olmamışsa bazı uygulamaların kamuya yansıması etik olarak uygun düşmez. Yeri ve zamanı geldiği zaman tarih yazılır, tıpkı zamanımızda olduğu gibi.
            Burada bir ihanet, bir saygısızlık aranmaz, eğer yasalarla korunmuş bir obje, bir tabu yoksa. Varsa bir saygısızlık, varsa bir ihanet, o da tarihe karşı yapılmış olur ki onu da yerli yerine bütün çıplaklığıyla oturtacak yine tarihtir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Olaylara uhuletle ve suhuletle yaklaşacağımız bir demokratik ortamın zuhuruna dair inancımızı korumamız ümidiyle.

11 Mayıs 2017 Perşembe

"ŞİMDİ DAHA RAHAT KONUŞABİLİRİZ", Gazeteci, Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık Demir

ŞİMDİ DAHA RAHAT KONUŞABİLİRİZ
Sıddık Demir
            Bir referandum daha geldi geçti. İktidar Partisinin oluşturduğu “Evetci Cephe” galip geldi. Açık fark olmaması uyarıcı mesajların olmasına yorumlandı. Bundan böyle yeni sistemin muhatabı olacak kanunların hazırlanmasına geçilecek. Milli Cephenin teknik adamları umulur ki milletin tamamının endişelerini giderici demokratik prensipler oluştururlar.
            18 ana madde ile değişiklik önerisinde bizim de kafamıza takılan iki madde çok sıkıntılı gibi geldi. Vekillik yaşının 18’e indirilmesi olayı ile Vekillik sayısının 600’e çıkarılma durumunu referandumdan önce hep işlemek istemiştim velakin seçimin sıhhati konusunda vicdanımız elvermedi. İş işten geçtikten sonra da olsa bu iki konuya değinmeden edemezdim.
            İktidar cephesi teorisyenlerinin bile bu konuda çok zayıf kaldıkları referandum sürecinde kendini gösterdi. Gerekçesini ifade etmekten zorlandıkları hep görülmüştür. İkna edici mantıktan yoksun söylemler ile işi geçiştirmişlerdir. Seçme ve seçilme yaşı 25’den daha yukarı çekilmesi gerekirken, 18’e indirilmesinin hiçbir mantığı yoktur. Meselenin vitrine yönelik algısı bile saçmadır.
            Olgunlaşmamış bir ferdin hiçbir donanım edinemeden henüz seçilme şansının mümkün olmasının hayal olduğu bir yaşın muhatapları ile neden alay edilmekte ısrarcı olunmuştur anlamak bile mümkün değil. “Efendim bu yaşın gençleri şehit olabiliyorlarsa seçilme hakları da olmalı” gerekçesi önemli bir argumanmış gibi savunulurken seçmenin ezici çoğunluğu ikna olmaktan zorlanmıştır.
            Seçilme yaşının 18’e indirilmesi ile 16’a indirilmesi arasında da bir fark yoktur bu mantığa göre. Büyük bir milletin parlamentosu çoluk çocuktan oluşamaz. Bu türden bir kanun maddesinin mucitleri, henüz lise son sınıfta, aklı tepesinin üstünde gezen, ayakları yerden kesilmiş, dünyayı tozpembe gören ve bir çay parasına dahi bağımlı olan kendi çocuklarından oluşan seçilmişlerin bulunduğu bir parlamentoyu nasıl tahayyül ederler acaba.
            “Efendim bu yaş semboliktir, olduğundan veya olacağından değil” gibi söylemlerin yer edindiği doğruysa kii doğru olmalıdır, öyleyse neden bu konu aciliyetle gündeme alındı. Neden muhalefete koz verildi. Bu konu nasıl bir memleket meselesi oldu anlamak mümkün değil.
Bir başka mantığı zayıf olan konu ise vekil sayısının 600’e çıkarılmasıdır. Hali hazırda Vekil sayısının bile fazla bulunduğu parlamentoda gönül isterdi ki önemli bir oranda aşağıya çekilsin. Örneğin; 550 olan milletvekili sayısı 450’ye çekilmiş olsaydı referandum sonuçları da o oranda değişebilirdi. Her bir Vekilin giydirilmiş imkanları ile beraber bu Millete maliyeti oldukça yüksektir. Neden tasarruflara riayet edilmedi. Böyle keyfiyet olmamalıydı. Bu konuda bir zorunluluğun olması ihtimaller dışıdır.
Koskoca ABD’de dahi 435 vekilden bahsedilirken, refah seviyesi bizden çok yüksek Batı Devletlerinin seçilmiş vekil sayıları hep örnek gösterildi. Millet bu iki maddeye sonucu itibariyle takılarak sandığa gitti. Bir vatandaş olarak bu iki maddeden ısrar edilmesine hiçbir anlam veremedi.
Milletin sağduyusu sandığa daha fazla yansıması beklenirken neredeyse başa baş bir sonuç çıkmıştır. Umulur ki, iktidarıyla muhalefetiyle bu mesaj alınmıştır. Bize göre muhalefet yani hayır cephesi bu referandumun galibidir. Evetciler ile başa baş kalınması kendileri açısından önemlidir ve fevkalade başarılı görülmelidir.
Devleti yönetenlerin bu anlamda israfa çanak tutmaları oyların kerhen gitmesine vesile olmuştur. Oysa gönül isterdi ki “Evet- Hayır” oranı en az bugün ki sonucun on puan üzerinde olmalıydı. Yüzde 52’lik milli cephe mensupları için bu sonuç bize göre galibiyet değil mağlubiyet olmalıdır. Öyle görülmeli ve öyle de değerlendirilmelidir.
Sayılı günler tez geçer.
Yeni sistemin uygulanacağı 2019 tarihi göz açıp kapanıncaya kadar gelir.
Vatandaşın arzu ettiği önemli meselelerin halline yönelik samimi çalışmaların ameline önem verilmezse bugün ki referandumun neticesi tam tersine zuhur edilebilir. Yapılan hatalar netice itibariyle gayri milli cepheyi iktidar yapabilir. Görüldüğü üzere keskin hayırcıların bile bu sonuca göre iştahları kabarmıştır. Parlamenter sisteme göre iktidar olma şansının daha fazla olma ümidi artmıştır. Açıktan nedamet duymasalar da…
Neden olmasın…
Hiç kimse vazgeçilmez değildir.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

"KERKÜK- MUSUL ÜZERİNE", Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık DEMİR

KERKÜK- MUSUL ÜZERİNE
Sıddık Demir
            Ne zaman bu iki kutlu belde üzerinde kötü niyetli bir değişik yapılanma niyeti veya işareti olur, o zaman bu Millet infiale uğrar. Haklı olarak endişelenir.  Bizim bir Kerkük- Musul davamız hep olmuştur ve olacaktır da.
            Yer altı zenginliğinden ötürü Cihanın gözü üzerinde olan bu beldelerin sınırlarımız içinde tahayyül edilmesi şimdilik hayaldir. Bugün için bu beldeler sıkıntıya düşmüşse bu zenginliğinin başına bela olmasından kaynaklanır. Yakın zamanda Kerkük nüfusunun yapısının değişmesini fırsat bilen Kuzey Irak yönetimi kendi bayraklarını bu beldenin surlarına asarak nabız yoklamak istemiş. Başta Türkiye ve diğer bazı Ülkeler, bu durumun oldubittiye getirilemeyecek kadar önemli olduğu hususunu işin aktörlerine bir şekilde ilettiler.
            Benzeri oldubittiler bu kentlerin tarihinde çok olmuştur. Irak Merkezi Hükümetler, özellikle de Saddam Irak’ın da bu bölgenin demoğratif yapısı ile çok uğraşılmıştır. Şehrin tabii sahibi olan Türkmen nüfusu bir şekilde bunaltılarak yerlerine Arapların iskânı uzun bir dönem devam etmiş olup bu bunaltma siyasetinin diğer ayağı da Kürt’ler dir. Kürt nüfusta Türkmenler gibi olmasa da daha kuzeye kaydırılma serüveninin muhatabı olduklarını söylemek kadirşinaslıktır.
            Baas Partisi Arap Milliyetçiliği gereği nüfusun doğal yapısını bir devlet politikası olarak değiştirmeyi görev bildiği için ne Türkmen’ler ne de Kürt’ler Kerkük’te uzun dönem huzur bulamamışlardır. Hatta Türkmen ileri gelen aydınların zamanla çok büyük zulümler altında işkencelere tabii tutulup ve Saddam’ın zindanlarında şehadet mertebesine ulaşanları da çok olmuştur.
            Gücü ele geçirenin diğerini yok kabul etmesinden kaynaklanan bu zihniyetin sanki varisleri varmış gibi bir tavır tam da böyle hassas dönemde ortaya çıkmaktadır. İşte bunun son örneği;  Kürtlerin Kerkük’e sahiplenmesine gözü kara bir anlayışla dokunuşlarının sebebi budur. Asli unsur olarak Türkmen, Arap ve Kürt’ler nüfusun yapısını değiştirmeden beraber, kardeşçe yaşamayı kendi adlarına son derece zor bir vakıaymış gibi görmeleri sıkıntının temelini oluşturuyor.  Kardeşlik hukukunu geliştirerek bölgenin nimetlerini hak ve adalet üzere paylaşmayı bir türlü beceremiyorlar. Kavga büyüyünce hemen yanı başında bekleyen kan emiciler bu nimetlerin üstüne atlayarak sömürü düzenlerini devam ettiriyorlar. Ve bu kurulan düzen belli dönem yerel nüfusun kaderi oluyor.
            Diğer taraftan, yıllar var ki bu beldeler üzerinde son derece duyarlı olan Türk Milliyetçileri veya etkin oldukları Türk Hükümetleri, benzeri oldubitti olayında milli reflekslerini güçleri oranında gösterirler. Türk Hükümetleri bazen buradaki olayları kulak ardı ederek, özellikle Türkmenlere yönelik adaletsiz uygulamaları görmemezlikten gelmiştir. Saddam’ın zulmü karşısında çoğu zaman sesini gereği kadar çıkartamamıştır.
            Türk Milliyetçileri, Türk Aydınları kendi devletlerinin sorumsuzluklarını hemen her platformda dillendirmiştir. Velakin devlet aklı bu deyip geçiştirilmiştir. Şimdi o coğrafyada tekrar sıkıntılar var. Irak önceki Irak değil. Otorite boşluğunun yanında gücü de dün ki gibi değil. Yerel devlet görünümü arz eden Kuzey Irak Kürt yönetimi bu Kent üzerinde hayati karar almayı düşünmüş olmalı ki son bayrak olayında olduğu gibi peşrev çekerek denemelerde bulunuyor.
            Türkiye de dünkü Türkiye değil. Artık tuttuğunu koparacak güçtedir. Henüz Kerkük- Musul üzerinde böyle bir şeyin hayalden öteye geçmeyeceğini de bilir. Velakin her oyun kurucu devlet kadar oyun kurma kabiliyeti bu beldelerde mümkün görünüyor. Yapacağı şey en başta nüfusun demogratif yapısını muhafaza etmek. Türkmenlerin yanında diğer nüfusun hak ve özgürlükler açısında adil bir nizamın oluşumunu takip ederek merkezi hükümeti kontrolde tutmak. Özellikle Türkmenlerin güvencesi olmak gibi baskıları Bağdat hükümetine hissettirmek vazgeçilmezi olmalıdır.
            Şayet merkezi hükümet üzerinde netice alınmazsa Kuzey Irak yönetimiyle bu konuda ittifak kurup Arap’ları da ikna ederek, görünüşte Kuzey Irak sınırları içinde gösterilen bir Kerkük’ü düşünelim. Türkmenlerin son yarım asırdır çektikleri sıkıntılar nasıl son bulur. Kuzey Irak Kürt yönetimi halde olduğu gibi gelecek zamanlarda da yönü hep batıdır. İlk kapı Türkiye, olmazsa olmaz, hayati bir damar dır. Kaderlerini yüce Yaradan Türkiye ye muhtaç yaratmıştır. Türkiyesiz veya Türk’ süz Kürt olmaz. Huzur ve saadeti Türk Milleti ile barışık haldeyken yaşamaya programlanmış Rabbani bir cilvedir onlar için.
            Nankör olmadıkları müddetçe iç içe girmiş bu iki halkın geleceği ve huzuru bu şuura ermekle mümkün. Hal böyle iken Kerkük’e Kürt bayrağının çekilmesi ile Irak bayrağı çekilmesi arasındaki pozitif farkı düşünerek hesaplar yapmanın Türkmenlere ne zararı olur. Gönül ister ki bütün Kuzey Irak dâhil Kerkük- Musul misakı milli sınırları içinde olsun.  Şimdilik bunun bir maceradan öte olmayacağı düşüncesi yerine geçici tedbirler, en azında düşünce bazında geliştirmenin faydası görülecektir. Şeytanın tam da gör dediği nokta…
            Bendeniz, Şii Irak bayrağı altında bir Kerkük yerine Sünni Kuzey Irak bayrağı altında stratejik hesaplı bir Kerkük görmeyi yeğlerim. 

25 Nisan 2017 Salı

"BİLDİK ANALİZLERİN DIŞINDA", Gazeteci, Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık Demir

BİLDİK ANALİZLERİN DIŞINDA
 Sıddık Demir
            Egemen güçler, gözü kara bir felsefe ile gözü kara bir algı oluşturmada hep mahir olmuşlardır.  Kendi menfaatleri için yakın veya uzak gelecekte tehlikeli olabilecek her türlü fikri ya da sınai gelişmeler hakkında hep birlikte veya çoğunluk olarak saldırıya geçerek hedeflerini yerle bir ederler.  Bunun için teknolojinin imkânlarını azami ölçüde kullanmaktan hiç çekinmezler. Bu bazen bir fiber saldırı ile bazen de diğer sonuç alıcı usullerle rakip güç veya güçlerin oluşması engellenir. Kendi güçleri dışında geliştirilmek istenen en masum teşebbüsler dahi konfor olarak görülerek güdük bırakılmak istenir.
            Bunu yaparken durup dururken ucube bir metotla etrafa korku salarlar.  Saldıkları bu korkuya zamanla kendileri de inanarak bütün mevcudiyetleri ile mücadelede işin ucunu müdahaleye kadar götürürler. Saddam döneminde oluşturulan “nükleer programın gelişmişliği” fikri etrafındaki dünyayı kandırma olayı. Gün itibari ile anlaşılmıştır ki Saddam Irak’ının iddia edilen gizli silahlarla hiçbir    alakası yokmuş. Kurt koyunu yiyecekse alt tarafta su içmeye çalışan koyuna “suyumu bulatma” bahanesi meramımızı açıklamaya yeter aslında.
            Şimdi bir “DEAŞ” ucubesi çıkardılar. Aynı klasik alışkanlıklar ve tarih tekrar tekerrür ediyor. Geçer akçe metot, DEAŞ’ı bahane ederek hakimiyet kurma mücadelesi bu topraklarda bütün hızı ile sürüyor. Hz. İSA’yı yeryüzüne indirmeye zorlamak için dünyayı dizayn etmeye Saddam Irak’ın da başlayan Pluterusçu ABD yönetimi DEAŞ’ın doğmasına sebep olmuştur. Bilindiği gibi Pluterusculuk Levancelizmin daha sağında olan daha radikal bir inanıştır.
            İRAN kontrollü Hizbullah’ın davası karşısında çaresiz kalmış olan bu güçler, Sünni İslam merkezli DEAŞ’ın güçlenmesi karşısında koro halinde ittifak ettikleri göründü. Oluşturdukları bu muazzam algı karşısında, DEAŞ anlayışının yanında olması gereken Devletlerinde ürkmesine veya yutkunmasına sebep oldular. İkinci bir Hizbullah’ın oluşması, üstelik sömürüye çok açık, başkaldırı kültürünün zayıflığının hüküm sürdüğü kesimden zuhur etmesi bu güçleri çok korkutmuş olmalı ki çözümleri de çok olmaktadır.  Malum “Ulul emre iteat” anlayışından dolayı mütedeyyin Sünni Müslümanların toparlanarak karşı koyma reflekslerini zamanında bastırmak için DEAŞ’ın ezilmesi lazımdı.
            Bu günkü mücadelenin temelindeki espri de bu anlayışın olduğu kendini gösteriyor. Hizbullah’ı ile DEAŞ’ı ile verilen mücadelenin nihai hedefi, top yekûn egemen güçlerin bu coğrafyada defolup gitmesi. Ne yazık ki yine oyun kurucuların oluşturduğu bu algıdan dolayı olmadı. Demek ki halen yeri ve zamanı değilmiş.
            Verilen bu mücadele boşa mı gider?  Hayır!.
            Bir sonraki zamanlarda, bu küllerin üzerinde, bütün bölgeye huzurun gelmesini sağlayan meşalenin ateşlenmesine şimdilerde zemin hazırlanmaktadır. Ülkemizin yöneticileri bu felsefede hareketle İran’ın ardında durduğu Şii Hizbullah’ı gibi Sünni DEAŞ’ın arkasında durması ve egemen güçlerin anladığı dilde mücadeleyi esas alan Militan Sünniliğin hamiliğini yapması beklenirdi. Velakin bu iş güç meselesidir. Bu güç olmazsa devletler kendi kumaşındaki oluşumlara karşı, bile bile maşa gibi kullandırılır.
            Nitekim öyle de olmuştur.
            Başlangıçta bu durumun gereği yapılır gibi görülse de içeride ki hainler başta olmak üzere yabancı istihbarat servisleri saldırıya geçerek bu iyi niyetli teşebbüsün bıçak keser gibi sonlandırılması sağlanmıştır. Bugün bütün egemen güçler Orta Doğu’daki dengelerini muhafaza için DEAŞ’a yönelik, terör örgütü, anti demokratik oluşum, haydut, vs. gibi kabul gören terminolojileri kullanarak geldiklerine veya vurduklarına göre iş birliği yaptıkları PKK- PYD veya Esed ve ananeleri o halde demokrat, çağdaş, medeni ve meşruiyetten yana olmuş olurlar.  İşte psikolojik harp, işte oluşturulan algı. İyiyi kötü, kötüyü iyi gösterme sanatı.
            Şiileştirilmiş bir Irak, Şii Nusayri bir Suriye, daha güneyde tuzu kuru Vehhabi bir Arabistan gibi refah seviyesi yüksek İslam Ülkeleri, bölgesinde bunalmış bir Sünni toplumun derdine çare olmaktan uzak olurlarsa bunlar ne yaparlar. Üstelik askeri anlamda çok güçlü bir zemin ve yerel imkân da olursa. Elbette en meşru olan haklarını en geçer akça metotla elde etmeye çalışacaklardır.
            Bugün DEAŞ adına yapılmaya çalışılanda budur. Tıpkı Afganistan mücadelesindeki Bin Ladin gibi. Emperyal devletler on binlerce kilometrelik mesafede gelerek yaptıkları mücadele haklı ve makul, ama “topraklarımızda itlerinin ne işi var” diyerek karşı koyanlar haksız, öyle mi?.
            Makul düşünce makul mücadeleyi gerektirir.
Tarih bir gün makul olan insanların zaferini yazacaktır.

18 Nisan 2017 Salı

REFERANDUM ÜZERİNE SIDDIK DEMİR

REFERANDUM ÜZERİNE
       SIDDIK DEMİR
            Tabiri caizse bu referandumda “milli cephe” bir adımlık mesafe ile ipi göğüsledi. Bu “milli cephe” tabirinden ötürü tepki alacağımı bilerek bu terimi kullandım. Öyle ya, sağ partilerden en az üçünün ittifakı bu jargonu kullandırdı bana. Seksen öncesi AP, MHP ve MSP’nin kurduğu hükümete de “milli cephe hükümeti” adının verildiğini herkes bilir. O zaman bu terimi kullanmak ne kadar doğru ise bu referandumda da aynı safta duran bu sağ partilerin ittifakına “milli cephe” denmesi o kadar doğrudur.
            Daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi ikinci Abdülhamit’in halledilmesi olayında ona “kızıl sultan” iftirası atanlarla aynı safta eylem yapan “jön Türk’ler in” beraberlikleri “ gayri milli cephe” olarak tarif edilir. Bir arada olma Saikleri mutlaka farklıdır ama böyle bir ittifaka karşı verilen mücadelenin adına da “milli cephe” denir. 
            “Milli cepheyi” oluşturan partilerin bir arada olma Saiklerini, lokomotif partinin diğerlerini kendi safında hizaya getirme siyasetini süfli nedenlere bağlayan bu “jön Türk” markalı pehlivanlar dün ki hatayı tekrarlamakla bir daha tarihi tekerrür ettirmişlerdir. Adamlar “kırmızı” görünce kanları tepelerine çıkıyor, gözlerini kan bürüyor, akılları pusuyor ve elleri ayakları titriyor. Yılana sarılmalarının nedeni bu siyasi körlüktür herhalde.
            Yoksa bütün gayrı milli oluşumların oluşturdukları cepheye mi “milli cephe” demeliyiz?
            Bu milletin kahramanları kadar hainleri de olmuştur. “Milli cepheyi” oluşturan unsurlar kadar gayrı milli cephede kahramanlık yapıyormuşçasına mücadele eden unsurlar da vardır. Öyle olmamış olsaydı onlarca Türk Devleti yıkılır mıydı? Bir de övünürüz, on altı İmparatorluk kurmuş bu Millet Devlet kurmaktan mahirdir diye. Düşünmeyiz ki kurulan bu on altı İmparatorluğun büyük çoğunluğu istisnalar hariç içteki ihanet veya gaflet üzere olanlar eliyle yıkılmıştır. O halde yücelten irade ile yıkan irade sahipleri aynı kanaldan gelen, aynı mayanın yani bir bütünün parçaları olmuş olur.
            Kendi milletini alçaltan, zelil eden unsurlar, bunu yaparken mutlaka temel dayanakla hareket ettiklerini savunurlar. Jön Türklerin istibdat bahanesi taraftar bulmadı mı? Öyle olmuş olacak ki asrın siyasi dehası uzun ömürlü olmuştur velakin hazin sonunu da önleyememiştir. Tıpkı öyle olmasa da benzeri Saiklerle yapılan bu referandum netice itibarı ile yükselme vetiresini hızlandıracağa benzer. Gayri milli cephenin unsurları yine aynı silahşorlar olup farklı nedenlerden hareketle aynı cepheye taarruzları başarıya ulaşamamıştır.
            Bundan böyle bu mağlubiyetle uzun bir dönem kuluçka hayatı yaşamak üzere şimdilik hevesleri kursaklarında kalmıştır. “Milli cephe” unsurlarının bundan böyle daha uyumlu çalışmaları, gayrı milli unsurların kuluçka dönemlerinin uzamasına vesile olacaktır.
            Siyaset imanın bir cüzi dir. Ahlak veya maneviyat da zaten dinin kendisidir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” ifadesi de söylediklerimizin referansıdır. Şu fani hayatımızda imanımızın bir cüzi olan siyaseti doğru yapanların safında olmak çok büyük bir başarıdır. Zannedilmesin ki siyasi iman daima sayısal çoklukla izah edilir. Bazen bu anlamda feraset bir küçük grupla dahi temsil edilebilir. Kutsiyetine iman edilen bir değerler sisteminin ilkelerinin gerisinde kalan çoğunluk değil de o değerler sisteminin önünde olan azınlık daima yükselmeye mahkûmdur.
            Çünkü imanın cüzi olan siyaseti yaparken şahsi arzu ve istekleri, ilkeli siyasetin önüne geçirmeden işin yapılması ona veya o kadroya bu erdemliliği kazandırır da ondan. Yoksa “topal kasırga” gibi yaz yağmuru olur önüne gelen ne varsa deryaya süpürür ve sonunda kendisi de mevsimlik ömrü olan herhangi bir sebze gibi tükenir gider.
            Önemli olan yaz yağmurunun oluşturduğu seller gibi değil, mütemadiyen, akıştaki süreklilikle, inancın ilkeleri doğrultusunda medeniyet olgusuna zemin hazırlayan bir küçük akarsu olmaktır. “Topal kasırga” adıyla maruf Timur’un Anadolu çıkartmasının Türk- İslam âlemine, özellikle de kendisine ne faydası olmuştur. Basit bir heva ve hevesin iktidar olma kaygısı haricinde… 
            Çok basitmiş gibi görünen bu referandumun saflaşma veya cepheleşme vetiresinin üzerimizde bıraktığı tarihi çağrışımı, böyle bir fikri açılışa yelken açarak imanın cüzi bir unsurun da isabet kaydetmeyi umarım.
            Zira o büyük olaylar böyle basitliklerin birikiminde zuhur eder. 

14 Nisan 2017 Cuma

"SAYIN DEVLET BAHÇELİ’YE NAÇİZANE BİR ÖNERİ", Eğitimci-Yazar; Sıddık Demir

            Parti içi kazanların fokurdadığı şu atmosferde Ulusallaştırılmış Partililerin muhalefetini dikkate almadan, uzun dönem partide öyle veya böyle uzaklaşmış, mevcut kaynayan kazanın altına ateşi güçlendirmek için odun taşımayan Ülkücü Muhafazakar Aydınlarla Partiyi zenginleştirmelisiniz.  Ulusallaşmış arkadaşlarını şimdilik Doğu Perinçek’e emanet vererek gerçek yol arkadaşlarını, gerçek Ülkücülerden oluşturursan bir doğal misyonu daha gerçekleştirmiş olursun.
            Rahmetli Türkeş’in sağlığında başlayan Ülküsüz Ülkücü kadroların partiye eklemlenmesi vetiresine sizin de katkınız olmuştu. Şu an itibari ile konjöktör, duruşunuza uygun eylem yapmanıza çok uygundur. Eğer bu konuda geç davranırsanız zaten hazan mevsimi üzere olan bu insanların, üzerinizdeki hakkı ve hukukunu telafi edecek fırsatı kaçırmış olursunuz.
            Bir “Evet -Hayır” olayında dahi bunu fırsat bilen Ulusalcı Kemalist yakınlarınız ortalıkta cirit   atarken, sizin gerçek Türk- İslam Ülkücüleriyle onların bıraktığı boşluğu doldurmazsanız tarih ve millet önünde mahkum olursunuz. An itibariyle, meğer büyük bir kırılma yaşandı, kılıçlar çekildi, bunu bir fırsat bilerek sizin de büyük bir hamle yapmanız gerekmektedir. Nasıl olsa oy kaygısı 16 Nisan’dan sonra olmayacaktır. İki kutuplu bir yönetim anlayışının resmileşeceği tarihten itibaren, küçük ve marjinal  partiler ancak  lobicilikle adaylar üzerinde çalışarak devlet yönetiminde yer almaya çalışacaktır. Böyle bir zeminde bu gün ki kazan kaldıranların fazla bir hükmü ve şahsiyetleri siyaseten zaten kalmayacak. O halde “Ya herro- Ya merro” misali ip inceldiği yerden kopsun kararlılığıyla bu Kemalist sağcıları partiden silebilirsin.
            Bir de BBP ile ilgili bir çalışma yapılabilir. Rahmetli Yazıcıoğlu’ndan itibaren bu parti zaten    misyonunu tamamlayarak tarihin çöplüğüne gidecektir. Ya ikili görüşmelerle ya da aleni basın aracılığı ile bu partideki bir avuç insanlar ikna edilerek seviyeli bir mutabakatla aynı bayrağın altında bir araya gelinebilir. Rahmetli Yazıcıoğlu adı etrafında gelişmiş olan sempati BBP’ yi marjinal bir noktada tutmaktadır. Onları da bu yükten, bu sıkıntıdan kurtarabilirsiniz. Bu birlikteliğin, yok farz edilen tarzda olunamayacağı geçmişte yapılan yanlışlarla bilinmektedir. Ulusallaşmış Kemalist kadroların bıraktığı veya bırakacağı boşluk BBP’nin insan modeline uygun Ülkücü misyonu yaşayan insanlarla ikame edilmesi, iç ve dış oluşumlar başta olmak üzere, siyasetin ana karası olan sağ kitle partinin yanında bu insanları da ihya edecektir. Böylece özlenen “Milli devlet ve güçlü iktidar” anlayışının tesisinde gönül ve eylem yaklaşımlarıyla katkılarının olma keyfiyetine yol açılmış olunur.
            Uzun lafa gerek yok; 
            Statükoda direnen kadroların bir şekilde kenara alınarak, çağın icaplarına uygun, kendini geliştirmiş Türk- İslam Ülkücülerine yol verilecek alanın açılması boynunuza borç olmalıdır. Biz bu talebi dillendirmek durumundayız.
            İlk icraat olarak Merhum Yazıcıoğlu’nun dosyasının tekrar açılarak, olayın iç yüzünün hiçbir şüpheye meydan vermemek kaydı ile açığa çıkartmakla o tabanı yanına çekecek atraksiyonu yapmış olursunuz. Helikopter kazasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen, siz ve partiniz TBMM de bildiğimiz kadarıyla ciddi bir ne öneri, ne de konuşma yaptınız. Halbuki, bu olayı hiçbir hesap ve şahsi problem yapmadan sürekli gündemde tutmak sizin asli göreviniz olmalıydı. Olmadı ve zararın neresinden dönülürse (ki siyasi anlamda dönüldü)  o halde büyük Türk milletinin bekası için bu işi açığa kavuşturmanız gerekir.
            Bundan böyle Ulusalcı Kemalist Milliyetçilerden size fayda olmadığı görülüyor. O halde yeni takviyeler yapmanın tam zamanı. Halen yakın kadrolarından bir kısmı kendi gelecekleri adına güya liderlerine bağlılık gözeterek itaat ettikleri gözüküyor. Onların altında bir tuğla çekilmiş olsa şu an ki bayrak kaldıranlardan belki daha şedit emareler gösterirler. Bunlar, zannedilmesin ki Ülkücü karakter, ahlak ve seciye üzereler. Daha beter karakterde olumsuz anlamda marjinalleşmiş, dava adamlığı kriterleri bakımında yoksul bu insanlar da bir şekilde karar mekanizması dışına konulmalıdır. Dolayısıyla yakın ve uzak tutulan ekip içinde kişilikleri gelişmiş adam gibi adamlardan oluşan gerçek dava adamlarını bulmakta zorlanacak değilsiniz.  O kadar malzeme var ki… Yeter ki siz ilkeli siyaset için, ilkeli hayatı olan insanları arayın.

5 Nisan 2017 Çarşamba

"YAZMAKTAN USANDIM" - Eğitimci, Araştırmacı - Yazar, Sıddık DEMİR

YAZMAKTAN USANDIM
      Sıddık Demir
            Alman Devlet Adamı BİSMARK’ın bile siyasi deha olarak övdüğü bahtsız hükümdar ikinci ABDÜLHAMİT hakkında içeride ve dışarıda Siyonist çevrelerce çıkarılan “Kızıl Sultan” iftirası etrafında Türk Milletinin ruh kökenine yönelik nasıl düşmanlık yapıldığı görülür. O Sultan’ın devrinde Siyonist meşrepli “Diktatör” algısı oluşturulması eylemine başta kendilerine “Jön Türk” denilen bu insanların malzeme taşımasını tarih yazmaktadır. Öyle ki, bu rüzgar da etkilenmeyen ateşli Türk Aydınları o dönem neredeyse yok gibidir. Peyami SAFA’dan tutunuz da Mehmet AKİF’e kadar zaman zaman Kızıl Sultan algısına destek olmayan kalmamıştır. Ana artel olarak uzakta seyirci olan halkın feraseti, irfanı veya sağduyusu hariç.
            Teoder Herz’ in Filistin’de Yahudi Devleti kurmak için Sultan’dan talep ettiği toprak parçasının bir türlü alınamamasının karşısında yıpratma politikasının çok ilerisinde, Sultan’ın şahsında bütün Osmanlı’ya yönelik hakaret ve iftiraları bilmeyen yoktur. Özellikle Avrupa’da tahsil çağında olan Jön Türk’lerin Sultan düşmanlığı, Siyonist politikanın güçlenmesine su taşımıştır. Genç veya jön Türk’ler güya Sultan’ın istibdadına karşı mücadele ederken Siyonizmin kucağına oturduklarının farkında bile olmamışlardır.
            Nihayet asrın siyasisine karşı başlattıkları bu birliktelikler zaferle sonuçlanmıştır. Sultanı al aşağıya ederek yeni yönetime bel bağlamışlar velakin Sultan’ı arar olmuşlar. Devlet yeni sahipleri sayesinde maceradan maceraya savrulur olmuştur.  Ama iş işten geçmiştir. “Biz’dik asrın dehasına edepsizce saldıranlar” diyen Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi günah çıkaranları da olmuştur.
            Tarih tekerrür edermiş.
Günümüzde de aynı tarih tekrar etmektedir. Ders almak nafile…  Körleşmiş idrakler, efsunlaşmış beyinler aynı noktada mevzi aldıkları görülür. Bizim derdimiz Sultan’ın karşısındaki Siyonist milleti değil, kendilerine “Jön Türk” denilen yerli unsurlardır. Sultan’ı alaşağı etmenin bunlara getirdiği fayda nedir? Bu birliktelikte Yahudiler amaçlarına ulaşmıştır. Ya siz ey jön Türk’ler, bizim “Demirci’nin iti” durumuna düşmediniz mi?
            Malum; Demircinin iti...
            Ülkemizdeki bir sistem değişikliği durumu söz konusudur. Her iki taraftan da aşırılıklara şahit oluyoruz. Şimdiye kadar uygulanan sistem yerine ikame edilmeye çalışılan başka bir sisteme yelken açıldığı görülüyor. Sessiz sedasız olması gereken bu değişiklikle ülke yoluna devam etmesi gerekirken Sultan Abdülhamid döneminde ki Jönt Türk’lerin tekrar devrede oldukları görülüyor. Recep Tayip Erdoğan düşmanlığı vatanseverliğin önüne geçmiş durumda. Kendilerini Türkçü, Turancı olarak da tarif eden bu türde ki insanlar bizim yakın çevremizde oldukları için biz de kayıtsız kalamıyoruz.
            Türk Millet’inin ruh kökenine düşman bir Sözcü Gazetesi’nin yazarları ile aynı konumda olmalarını içlerine sindirebiliyorlar. Anlı şanlı Türkçü’lerin bir kısmı ayni “Demirbaş Demir” gibi Halk tv ve Ulusal tv de kendilerini ifade ediyorlar. Bunu yaparken de mazeret olarak “Bize başka alan mı bıraktınız” diye dayanakları oluyor. Bütün Avrupa ile birleşerek “Kızıl Sultan’ı” deviren “Jön Türk’ler” gibi bütün Avrupa ile birleşerek RTE şahsında Türkiye Devlet’inin gelişmesini ve büyümesini engellemeye çalışmak tarihin tekerrür etmesi değil de nedir. 
            Lütfen, yönetimdekileri kıskanarak Ülkenize zarar  veren  Jön Türk’lerin durumuna düşmeyin. Tarihi tekerrür ettirmeyin. Böyle Türkçülük, Turancılık yapılmaz. Böyle politikalarla Türk Millet’ine hizmet ettiğinizi zannetmeyin. Bu durumunuzu gafletle değil ihanetle yad eder tarih. 
            Dedim ya, yazmaktan usandım, velakin başka gücümüz de yok. Ya böyle kalem oynatacağız, ya da oturup bu zavallı ve hastalıkla yapının kontrolünde vatanperverlik yaptığını zanneden kardeşlerimiz için dua edeceğiz. Allah sevdiklerimizi doğru yoldan ayırmasın. Allah, mülkü millet hakkında hayırlı karar vererek, hayırlı uygulama yapan Devlet Adamları sayısını artırsın.

22 Mart 2017 Çarşamba

"KOCAMAN ADLARI OLAN KÜÇÜK SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ", Eğitimci-Yazar: Sıddık Demir

KOCAMAN ADLARI OLAN KÜÇÜK SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ
        Sıddık Demir  
            İLESAM, İnsan ve Kültür,  Şairler Yazarlar, Sosyal Güvenlik ve Yardımlaşma, Gönüllerde Birlik ve benzeri gibi Genel Merkezleri Ankara’da olan bilumum dernek ve vakıfların tamamını yakından tanırız. Bunların bir kısmında aktif olarak bulunarak çalışma yapanlarınız vardır mutlaka. Üyelerinin birçoğu Devlet’in üst kademesinde bürokrat olarak bulunmuş olup çoğu siyaset de yapmışlardır. Bunlardan önemli bir kısmı da siyasi ve bürokratik ikbal beklerler. Özellikle bu sivil örgütlerin içine girerek isim yapmak kaydıyla bir yerlere göz kırpmayı siyasetin ilk basamağı görenleri az değil.
            Buraları, her takılan İnsanın kendi durumuna göre bir rant elde etmek için boş bırakmamaya çalışırlar. Benzeri menfaati, hesabı kitabı olmayan neredeyse parmakla gösterilecek kadar azdır veya yoktur. Bir kısmının iç yapısına veya çalışma şekline yakında şahit olmuşuzdur. Kıran kırana kongreler olur, zannedersin ki Hükümet kuruluyor. Parmağını ısırarak o tabloyu çok seyretmişiz de bir anlam verememişiz. Acaba deriz, bizim göremediğimiz ve bilmediğimiz bir büyük dava anlayışıyla korunmaya çalışan bir emanet mi var ki bu kadar işi ciddiye almaya çalışıyorlar.
            Ama yönetim gelir gider ortada hiçbir hizmet olmadığı gibi içi boş olan bu dernek veya vakıflar kimsenin dikkatini çekmez, varlığı yokluğu belirsiz. Aşağıdan yukarı say, bir elin on parmağı kadar nefer ya olur ya olmaz. Bunların dışındaki o küçücük köy dernekleri kuruluş amaçlarına uygun çalışırlar. Çoğu büyükşehirde kaybolmama endişesiyle fedakarlık yaparak kaynaşmalarına şahit olunur. Üyelerinin tahsil ve gelir durumu ortalamanın altında olduğu için rantiyeye yönelik hamleler ya çok azdır veya yoktur.
            İnsan ve Kültür, Şairler ve Yazarlar ve hatta İlim ve Edebiyat eserleri sahipleri derneği kongreleri kıran kırana geçtiğine biz de şahit olmuşuzdur. İş başına gelenlerin çalışmaları genelde lokallerin açık tutulmasını sağlamaktan ibarettir. Belirli zamanlarda beş on kişinin iştirak ettiği kültürel program yapılır. Bunun dışında yönetim kurulu üyelerinin o günün siyasilerine yakın durmaya çalışarak yakınlarının işlerini takip için uğraşırlar, onu da becerebilirlerse. Üyelerinin tamamına yönelik hizmet getirmeleri mümkün görülmez.
            Onun içindir ki üye olan bir zat, zamanla bu potansiyelsizliği görünce yalnız ismi kayıtlarda görülür ama kendileri bir daha hiç görülmez. Özellikle de İLESAM adı altında örgütmüş gibi görünen İlim ve Edebiyat eserleri sahipleri derneği 12 eylül ihtilali sonrası Devlet desteğini alarak kuruluşlarını yapmışlar. Başlangıçta bir Meslek Birliği olarak birtakım kriterler etrafında adını duyurmasına rağmen zamanla ağırlığını koruyamayarak zayıflamıştır.
            Oysa diğer sivil toplum örgütlerinden çok, ama çok farklı bir yerde olması gerekirken hak ettiği yere gelememiştir. Ülkemizde beyin mahsulü, düşünen insanların, toplum içinde istisnai bir yeri olması gerekenlerin oluşturulduğu birlik çok ses getirmeliydi. Bir millet’in ‘Eser’ bırakan aydınları o millet’in geleceğini inşa için, fikir işçiliği yaparak ışık olmaya çalışan bir avuçcuk bu insanların birliği böyle mi olmalı. Şu an itibariyle üye sayıları yüzlere varan yalnız İLESAM değil, Yazarlar Birliği, Avrasya Yazarlar, Gönüllerde Birlik ve hatta Türk Ocağı etrafında dahi var olan onca düşünce insanlarının kıymeti harbiyeleri  olması gereken noktada değildir.
            Bu kadar zayıf görülmelerinin elbette birden çok nedenleri olabilir. Kendilerince bunun adı konabilir mi bilinmez. Bize göre başarısız kuruluşlar olmalarının yegane sebeplerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
            - Teşkilatçılık anlayışı, yani örgütçülük kabiliyeti olmayan yöneticilerden yönetim oluşturmaları.
            -  Üye yapılırken kriterlere sadık kalınmaması. Aidat kaygısıyla üye sayılarının abartılması.
            - Üyelere yönelik birtakım değer bilme, hak ve menfaat sağlama gayretlerinin olmaması.
            - Kamu yararına kendini paralayan ve bunu hak edenlerin Kamuda karşılığını bulması için devrim niteliğinde kararları Devletle beraber hayata geçirmek için hiçbir gayret gösterilmemesi.
            - Hükümetlerle başa baş mücadele ederek Kültür ve Sanat Adam’larının daha fazla Ürün ortaya koymaları veya üretmeleri için birtakım haklar elde etmek çok da zor değildir. Kültür Bakanlığı yanında, birtakım basın ve yayın kuruluşları kadar bu kuruluşların değeri, yararı veya ağırlığı yoksa böyle Meslek Birlikleri hiç olmasa daha iyidir.

7 Mart 2017 Salı

TÜRK MİLLETİ’NE BORCUMUZ VAR (SANAYİCİ, İŞ ADAMI İDRİS YAMANTÜRK) - Araştırmacı - Yazar: Sıddık DEMİR

TÜRK MİLLETİ’NE BORCUMUZ VAR
(SANAYİCİ, İŞ ADAMI İDRİS YAMANTÜRK)
                                                                                                          Sıddık DEMİR
,
Bir zamanlar İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu olup da devletimizin kaderinde önemli rol üstlenmeyen yok denecek kadar azdı. Bir kısmı anlı şanlı devlet adamı oldular. Bir kısmı siyasetten uzak kalsa da kendi alanında bürokrasinin zirvesinde, devletine hizmette bulunmuş, bir kısmı da KAMÇATKALI İDRİS gibi siyasetin mutfağında görünse dahi siyasete girmemeye itina ederek iş adamlığına soyunmuş, birçoğu da kişisel tercihlerinden olsa gerek teknik adam kalarak öne çıkmamış İTÜ mezunlarıdır. Velhasıl bu okul mezunu kadrolar devletimizi uzun müddet yönetmiş çok renkli simalardır.
            Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunları ile beraber bizzat devlet olmuş kadrolardır. Temellerin inşası bu iki okul mezunları tarafından atılmıştır. Bir Süleyman DEMİREL, bir Ferruh BOZBEYLİ, bir Tevfik İLERİ, bir Cemal KÜLAHLI, bir Turgut ÖZAL, bir Necmettin ERBAKAN, bir Recai KUTAN, bir Üzeyir GARİH, bir Mehmet TURGUT ve bir İdris YAMANTÜRK gibi dev hacimli insanların hizmetleri şayet yok kabul edilmiş olsa Türkiye bugün bu noktada olamazdı. Birçoğu ülkesine karşı borcunu ödemiş ve ebedi âleme intikal etmiştir. Onları ve diğer bilumum hizmet erlerini rahmet ve minnetle anarak biz KAMÇATKALI İDRİS olarak İTÜ’ den namlanan İdris YAMANTÜRK büyüğümüzle baş başa kalalım.
            “Türk milletine borcumuz var” adı altında bir cumhuriyet çocuğunun hayat hikâyesi. 2014 yılında kaleme alınmış olup yaklaşık 500 sayfa civarında hacimli bir çalışma etrafında âcizane kalem oynatacağız. Merhum Süleyman DEMİREL kendisine defalarca “İdris’ çiğim hatıralarını kaleme al” uyarısına binaen, gecikmeli olsa da bu işi yazarı Osman Çakır ile uzun bir çalışma sürecinde mesai sarf ederek vücuda getirmişlerdir.
            KAMÇATKA;
            Asya’nın doğusunda Japonya’ya doğru uzanan bir yarımadaya verilen isim olup İdris YAMANTÜRK’ e Solcular tarafından takılan bir lakaptır. Kendisi Rize Hemşinlidir. Velakin İlçe insanlarının kökü kömeci üzerinde oluşturulan yanlış algıyı kırmak için yapmış olduğu araştırmalarda Orta Asya menşeli Türk kökenli olduğu bilgisine ulaşır. Hemşinli hemşerilerini de bu konu da hep uyarır. Tarihi kökenlerle ilgili araştırmaları, solcu arkadaşlarının yanında onu TÜRKÇÜ-TURANCI anlamında KAMÇATKALI olarak tanınmasına vesile olur.
            Demokrat Partinin Milli Eğitim Bakanı merhum Tevfik İLERİ’ de İdris beyin okulda üst devresidir. O da Hemşinlidir. İdris Bey sonradan öğrenir Hemşinli olduğunu. Bir sohbet toplantısında Tevfik İLERİ “Herkesin kalbi KÜT KÜT sesi ile atarken benim ki TÜRK TÜRK diye atar” dediğine şahitlik eder. Zamanla böyle bir münevver adamın bacanağı olur. Aile bağlarını güçlendirir. Bir ömür bacanağı, ağabeyi, hemşerisi ve dava arkadaşı Tevfik İLERİ’ yi hep hayranlıkla takip eder. Ta ki Menderes’e yapılan dramatik eziyetleri o da yaşadıktan sonra, rahmetli olana kadar. Kayseri ceza evinde mahpus yatarken ilerlemiş kanser hastalığından kurtulamaz. İzinli olarak çıktığı Ankara da rahmetli olur.
            27 Mayıs İhtilâli:
            Öyle enteresan konular bu hatıra kitabına girmiş ki, bilenler bilir ama meraklı olanlara kitapta yer verildiği kadarı ile değinilerek aktarmakta önemlidir. Yazıyla da olsa nakil bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılmalıdır. İdris YAMANTÜRK’ ün anılarında değindiği bacanağı Tevfik İLERİ’ nin Bakanlığı sırasında bir köylü bir kilogram var yok tereyağını evine vararak eşi Vasfiye Hanıma zorla verir gibi bırakır. Devletin Bakanı o gün için bacanağı İdris Beyle eve geldiğinde olaya muttali olur. İdris Beyin yanında hanımına bu hediyeyi aldığı için söylemediğini bırakmaz. Bu işler önce küçük, bilahare büyük olur diyerek Vasfiye hanımı uyarır.
            Böylesine şuurlu bir adam henüz 19 yaşında bir İTÜ ‘li iken MTTB Genel Başkanı olur. Kardeşi Ömer İLERİ’ de İTÜ’de öğrencidir. Öğrenci iken iki kardeşin tek ayakkabı ile okula gittikleri söylenir. Fakirlik diz boyu ama insani alt yapı o kadar sağlam ki ileride Bakan olmasına rağmen bozulma emaresi hiç görülmez. Bacanağı İdris Bey ile aynı kumaşın parçaları olurlar. Kardeşi Ömer ile aynı ayakkabının sırayla giyilerek okula gidilme durumundan, bir kilogramlık gönüllü ikramla ortaya konulana tepki aynı şeydir. İTÜ’ne giriş o zaman orta mektepten sonra imtihanla olurmuş. Tevfik İLERİ ve başta saydığımız bilumum kudretli kadroda bu okula aynı şartlarda girmişler. Memleketin kaderinde oynadıkları rollerden dolayı bu kadro karşısında şapka çıkartmamak ne mümkün.
            İdris YAMANTÜRK’ün şahit oldukları:
            Prof. Remzi Oğuz ARIK’ da İTÜ’lü milliyetçi derneklerin flaş isimlerinden. Gençlerle sürekli sohbetleri olurmuş. İdris Beyin unutamadığı, ondan sadır olmuş “Gençler ne mutlu size ki hiçbir meselesi halledilmemiş ülkenin çocuklarısınız. Nereye atarsanız hizmet alanları bol olduğu için meşhur olursunuz” sözüdür.
           Kıbrıs’la ilgili garantörlük hakkını alan Fatin Rüştü ZORLU olmasaydı 1974’de Kıbrıs’a giremezdik. Onun için Kıbrıs Fatihi Fatin Rüştü ZORLU’ dur denilmektedir.  Dolası ile de Menderes merhumu 1953’de General Daniş KARABELEN ve yardımcısı Albay İsmail TANSU’ ya Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurdurarak Kıbrıs davasına sahip çıkmış bu insanları, batı idam ettirerek intikamını almıştır. İdris Bey anlatıyor:
            “Ankara’da çok büyük devlet işi yapıyorum. Alışkanlığımdır, hiçbir gün iş yerine saat 7.30’dan sonra ya kalmam. Duydum ki Başbakan Menderes bizimle beraber diğer şantiyeleri de zamanla ziyaret eder işlerin gidişatını gözlemlermiş. Saat 7.30’dan önce onca işe gidişlerimde bir gün kendisi ile karşılaşmadım. Gece inşaat görevlilerinden duyduğuma göre inşaatların denetimine çok daha erken vakitlerde gelir ve bilahare ayrılırmış. Adamcağız sabah namazından sonra teftiş yaptığı için karşılaşmamız nasip olmadı” demektedir. Merhum Menderesin üç oğlundan kafası en çok çalışanı Aydın’dı. Oğlu Yüksel okulunu bitirip babasının karşısına çıkarak, serbest iş yapacağı hususunda ısrar eder. Merhum Menderes buna müsaade etmez. Ona “Başbakan çocuğu bu işlerle uğraşamaz. Git kendine memuriyetlik bir iş bul” diye uyarır. Öyle de olduğunu yakın çevresi bilir. Böyle bir Başbakana karşı adice kalkışma neticesinde bertaraf edilince ihtilalcilerin akıl hocalarından Prof. Sıddık Sami ONAR ihtilalcilerin huzuruna defalarca çıkarak “Meşruiyetinizi ispat için bu devrik adamların cezalarını vermekte acele edin” diyerek sıkıştırır”.
            İTÜ. Talebe Birliği Derneğinde eski Sanayi Bakanlarından Mehmet TURGUT ve siyasetçi Recai KUTAN ile beraber çalışan İdris YAMANTÜRK, o günün meşhurlarını konuşma yapmak üzere dernekte ağırlarlar. Peyami SAFA’ nın bir konuşmasında neden “Cingöz Recai veya Server Bedi lakaplarıyla yazı yazdın” diyen bir soruya “Şayet Server Bedi olmasaydı Peyami SAFA aç kalırdı. Şu an itibarı ile huzurunuzda bu konuşmayı yapamazdı” der.
            Yine aynı dernekte başka bir tarihte Behçet Kemal ÇAĞLAR’la beraber gelen Peyami SAFA, konuşmaları bittikten sonra Behçet Kemal Çağlar’ın ateist olduğu bilindiği için “Behçet, Behçet Allah’ın varlığı yalan olmuş olsaydı her halde dünyanın en büyük yalanı olurdu değil mi” dediğine hemen yanı başında onlara yol gösteren İdris Bey şahit olur. Bu soru karşısında Behçet Kemal Çağlar sus pus olup cevap veremez. Çünkü onun “Kâbe Arap’ın olsun Çankaya biz yeter” gibi şiirleri önceden yayınlandığı bilinmekteydi.
            Bir başka zaman Romanya Büyük Elçiliğinden yeni dönen Hamdullah Suphi TANRIÖVER’ i ağırlarlar. Gagavuz Türk’leri ile görevli olduğu zaman tanışan ve ülkeye de ilk tanıtan o olmuştur. Mehmet Turgut Bey ile beraber İdris Bey “Türk Ocaklarını tekrar ne zaman açacaksınız” sualini sorarlar. O da yakında inşallah der ve 1949’da ikinci defa Türk Ocakları açılmış olur. Hamdullah Suphi TANRIÖVER Gagavuz Türklüğü için “Ormana bir duvar çekersiniz, altta kökleri üstte dalları iç içe girmek için yarışırlar. Birbirlerinden duvarla ayrılmış olmazlar. Alt ve üstte doğal olarak buluşurlar” ifadesini kullanır.
            Başkanlığını Sait BİLGİÇ’ in yaptığı İdris YAMANTÜRK, Cemal KÜLAHLI ve Ferruh BOZBEYLİ’nin yönetimini oluşturduğu Türk Milliyetçileri Derneği “Milletlere istiklal, insanlara hürriyet şiarımızdır” diyen bir cümleden dolayı kapatılır. Tevfik İLERİ’ nin “Bu çocuklar solun karşısındadır” uyarısı üzerine  “Onlar CHP’ye karşı iseler ben yanında olurum” diyen Celal BAYAR, CHP’yi inkılapların sahibi olarak gördüğü için böyle der. Yıllar sonra gazeteci Ergün GÖZE bu sözünü hatırlatınca Bayar “Hata ettik, hata ettik, af fola” diyerek cevap verir.
          İdris YAMANTÜRK zamanla çok büyük müteşebbis olur. GÜR-İŞ adı altında şirketler topluluğu yurt içinde ve yurt dışında çok ciddi projelere imza atar. İTÜ mezunları memleketin kaderinde birinci sınıf yer tutmaları İdris Beyin de ister istemez daha da büyümesine zemin hazırlar. Kendisi hatıratında “Bir gün Başbakan Demirel kendisini arayarak, falanca bakanlığa bir bürokrat atayacağım İdris, bana bir isim önerir misin dediğinde İdris YAMANTÜRK, Sayın Başbakan’ım, ben o Bakanlıkla çalışıyorum. Onun için istediğiniz bir ismi ne yazık ki öneremeyeceğim” dediğinde Demirel’den daha ziyade bu durumu gerek kendi anılarında gerekse bu yazıda muttali olanlar şahsında değerlendirmeye bırakılır cinstendir. Üstelik rahmetli Menderes’ten sonra o misyonun devamı olan ADALET PARTİSİ Genel Başkanlığı için kendisini ilk dillendiren İdris Bey’dir. Bir gün, DSİ Genel Müdürlüğü de yapmış olan Demirel’e giderek “Bizim bu işi yürütebilmemiz için, bizi silahla vuranlardan sandıkla intikam almak için ve dahası kolay meşhur edebilecek birisine ihtiyacımız var. Bana göre de bu adam siz’ siniz. Bize göre siz’ den iyisi can sağlığı. Önümüze düşer misiniz”  telkinine “Ümit ediyorum ki bize ihanet etmezsiniz” uyarısını da ekleyiverir.  Genel Başkan olduktan sonrada mütemadiyen yanında olup destek veren odur. Arkadaşı Mehmet TURGUT’ un da Demirel’in kabinesinde yer almasını, olağan üstü gün yaşandığı için “Bacına bakmayı göze alıyorsan bende ölümü göze alıyorum” şartıyla sağlar.
            Hatta Parti içi Genel Başkanlık yarışında meşhur Sadettin BİLGİÇ karşısında dahi Demirel’i desteklemiş bir iş adamı olarak bu nimetten istifade etmeyi zül kabul eden bir anlayışla “Ben o Bakanlıkla çalışıyorum, onun için benden böyle bir isim önermeyi beklemeyin” diyerek reddeden bir abide kişilik. Bu nasıl bir duruş, izah etmeden aciz kalıyor insan.
            Meşhur gönül ve fikir adamı Fethi GEMÜFLÜOĞLU, bir gün İdris Beyin kapısını çalar. Kapıyı İdris Beyin açtığını görünce yüzüne karşı “İdris, her gün bir deve keserek günahını affettirmeye çalışsan dahi kendini affettiremezsin” sözünü sarf ederek gerisin geriye dönmek istese de İdris Bey hemen koluna girerek içeri alır. Demirel’e vermiş olduğu destekten böylesi tepkiler almasına rağmen bu desteğin ranta çevrilmemesini izahata söz yeter mi?
            Bu gün itibariyle 90 yaşın üzerinde olan İdris Bey, her daim fakir fukarayı görüp gözetlemiş, darda, sıkıntıda olanlara eli ayağı uzanmış birisi olarak bu yapıyı her daim destekleyen bir Eşinin, yani TÜRKAN Hanımın olması, onun en büyük zenginliğidir belki de. Tam bir Osmanlı Hanımefendisi, şuurlu bir Müslüman, bu yönüyle Bey’inden fersah fersah ileride ama genç denilecek yaşta ebediyete intikal ederek maşukuna kavuşmuş.
            Seksen ihtilali sonrası cezaevlerinde yüzlerce sağ görüşlü mahkûm her türlü fakru zaruret içerisinde mağduriyetler yaşarken, dışarıda koli koli, henüz jelatinleri açılmamış çok çeşitli giysilerin bu mahkûmlara dağıtılması bir muamma olmayıp Hayme Hanım analarının evlatlarını düşünme merhametinde olduğu anlaşılır. Yalnız cezaevlerine mi, kim bilir benzeri isimsiz kolilerin ulaşabildiği kadarıyla onların aileleri başta olmak üzere ihtiyaç sahiplerine ulaştırma eylemlerinden belki de bu hizmetlerin muhataplarının hiç haberi olmadı. İşte O Hayme Hanım ki bu gün itibariyle naçiz bedeni toprak olmuştur, velakin ismi en az üç beş okulda yaşatılmaktadır. Allah senden razı olsun HAYME ANA. Şu son cümleyi yazarken bu fakir evladını gözyaşına boğdun ya, helal olsun sana. Bu millet bünyesinde her daim HAYME analar, her daim Süleyman ŞAH’ lar çıkarttığı gibi…
            Arif Nihat ASYA’ nın  “Takdire açılan kapılar, takdiri değiştiren dualar bilirim” şiirinde ki dualarla ebedi saadette, hep bu zenginliklerle EFENDİMİZE komşu olursunuz temennisini kabul buyurunuz efendim. 
            İsa Yusuf ALPTEKİN:
            Doğu Türkistan mücadelesinde bayrak bir insandır. İdris Beyin anılarından geçtiği gibi bahsedeceğiz. Çin devletinin doğu Türkistan üzerinde uyguladığı onca işkence ve sindirme politikası karşısında bunalan bir kısım doğu Türkistan Türkü yani Uygurlar, memleketlerini terki diyar etme mecburiyetinde kalırlar. Aylarca, yıllarca yer değiştirerek kaçtıkları vatanlarında iki istikamet üzere yürürler.  Arabistan ve Türkiye.  İsa Yusuf ALPTEKİN de Türkiye’ ye ulaşanların lideridir. Aynı zamanda Uygur Türk’lerinin son Devlet Başkanıdır. İdris Bey her daim İsa Yusuf ALPTEKİN’ i ziyaret eder. Maddi ve manevi destek olmayı görev bilir. Aralarındaki hukuk ileri derecede gelişir. Bir gün bu samimiyetten hareketle ona “Sen mi kurtaracaksın Doğu Türkistan’ı İsa Yusuf Bey” diye takılınca, İsa Yusuf Bey cevaben “Evet, benim Doğu Türkistan’ı kurtarmaya gücüm yetmez ama o Öğretmene söz verdim” der.
            Kendileri büyük bir kafile halinde Himalâyaları aşarak son Çin sınırına yaklaşırlar. Fakat geçit veren o yer kalabalık bir Çin askeri birlikle kontrol altındadır. Bütün umutlar tükenmişken içlerinden biri İsa Yusuf ALPTEKİN’ in huzuruna çıkarak, “Ben sizi bu geçitten sağ salim geçireceğim ama bir şartım var. Türkiye’ye varınca Doğu Türkistan davasını unutmayacağınıza dair vereceğiniz sözü kulaklarım iyice duysun” deyince İsa Yusuf Bey yüksek sesle “Kafile adına Doğu Türkistan davasını unutmayacağıma söz veriyorum evladım” diyerek karşıdaki kişinin talebini karşılamış olur. İdris Beyin takılmasına karşı “Kurtaramam ama o Şehit öğretmene söz verdim, sözümün üzerine bu can bu bedenden çıkıncaya kadar duracağım İdris Bey” diyerek kafasını önüne eğer.  Malum o öğretmen canlı bomba olur ve o geçitteki Çin askeri engeli öyle aşılır. İşte bir dava adamı. Sanki İdris Bey ondan daha geri.
            İdris YAMANTÜRK büyüdükçe nüfus alanı da genişler. DEMİREL hükümetlerinde kılıcının sağı da solu da keser. Ancak bu durumu ranta çevirmek ona göre değildir. Bütün iş hayatında yasal meşrutiyetin dışına çıkmaz. Dönemin Sanayi Bakanı Mehmet TURGUT’ la yakınlığını yukardaki cümlelerde belirtmiştim. Turgut ÖZAL mefhumunu Demirel’e tavsiye ederek, DPT Müsteşarlığına atattıran Mehmet TURGUT ve beyan etmemesine rağmen İdris Beyin kendisidir. 1971 muhtırasında Demirel şapkasını alıp giderken Turgut ÖZAL’ da DPT Müsteşarlığından ayrılmak zorunda kalır. Dönemin sıkıyönetimi ile ters düşen Turgut ÖZAL, ABD’ye gitmek üzere hava alanına İdris Beyle gider. Çıkış yasağı olduğu için bir müddet alıkonur. O dönemin meşhur “zehir hafiyesi” iç işleri bakanlığı yapmış olan Faruk SÜKAN’ a ulaşılarak uçuşu gerçekleşir. Bir müddet ABD’de Dünya Bankasında çalışan ÖZAL, ortalık sakinleşince Ülkesine döner. Önce ENKA adındaki bir şirkette çalışır, bilahere İdris Bey’in şirketi olan PARSAN’ da Yönetim Kurulu Başkanı olur.
            İTÜ mezunları devletin birimlerinde etkinlikleri artarak devam eder. Bunlardan biri de Üzeyir GARİH’ tir. Üzeyir GARİH ekalliyet olduğu için genelde arkadaşları ona “Gâvur” diye hitap ederler. Gülüp geçse de zoruna gittiğini seneler sonra İstanbul Hilton otelde karşılaştıklarında ”İdris maide 62’ yi biliyor musun” diyerek belli eder. İdris Bey de “Hayır” deyince, Üzeyir GARİH “Lütfen okuyup bir sonraki karşılaşmamızda kanaatinizi belirtirseniz çok memnun olurum” temennisinde bulunur. Nitekim bir başka oluşumda karşılaşırlar. Üzeyir GARİH  “İdris okudunuz mu” diyerek yanına yaklaşır. İdris Bey de “Okudum Üzeyir Bey” cevabına, halen bana “Gâvur diyor musun” deyince İdris Bey “Hayır, ben sana dün da “gâvur” demiyordum. Bahsedilen ayeti okuyunca zaten demem mümkün değil Üzeyir” diyerek Üzeyir GARİH’İ rahatlatır. Malumunuz bu Musevi iş adamı Üzeyir GARİH, Eyüp mezarlığında İslam mutasavvufu “KÜÇÜK HÜSEYİN EFENDİ’yi” ziyareti esnasında mezarlık içerisinde katledilmiştir. Yanılmıyorsam KÜÇÜK HÜSEYİN EFENDİ, Ankara Gölbaşında metfun olan Hasan BURKAY Hz.lerinin Şeyh’inin silsileyi saadetinin içinde görünen bir gönül adamıdır.
            İdris YAMANTÜRK yaşı bir asra yaklaşmasına rağmen halen iyi bir Türk Ocaklıdır. Orası ile irtibatını hiç kesmemiştir. Türk Ocakları çevresinde edindiği dostlarından biri de meşhur tarihçi Prof. Zeki Velidi TOGAN’ dır. Malumunuz odur ki Zeki Velidi TOGAN  Başkurdistan Türklerindendir. Orada doğmuş ve Rus Çar’ına karşı orada mücadele etmiştir. Bolşevik komünist ihtilalinin bir numaralı adamı olan LENİN’ le Moskova’da aynı okulda sınıf arkadaşıdır. 1917’de Ekim İhtilali öncesi Rusya Çar’larla yönetiliyordu. Sosyalist veya Marksist fikir hareketi önünde duramayan ÇAR yıkılıp gitti. Lenin’ le beraber Çar’a karşı mücadele verilirken “Halklara özgürlük. Her halk kendi kaderini tayin edebilme serbestisine kavuşacaktır”  fikrine inanmış Zeki Velidi TOGAN ihtilalden sonra arkadaşı Lenin’e bu sözü, bu vaadi hatırlatır. LENİN “Sosyalizm aleyhine olabilecek hiçbir sözüm geçerli değil” deyince Zeki Velidi TOGAN’ nın dünyası başına yıkılır. Ayni safta, ayni amaçla omuz omuza mücadele veren hemşerisi Kazan-Tatar Türk’ü Sultan GALİYEV başını kurtaramaz ama Başkurdistan Türk’ü TOGAN bir   yolunu bulup Avrupa üzerinden Türkiye’ye kendini atar. Tıpkı ayni mekânda, ayni endişelerle, ayni güzergâhı takip ederek Türkiye’ye kapağı atmış bir diğer hemşerisi Prof. Abdulkadir İNAN gibi. Bu Zeki Velidi TOGAN ki Milli Şef İnönü döneminde Türk’çüsün diyerek bir yıl mapus yatırıldıktan sonra berat etmiştir.
           Zeki Velidi TOGAN iyi bir tarihçidir. Kendi döneminin İsmail Hami DANİŞMENT, Nihal ATSIZ ve Nurettin TOPÇU ile beraber düşünce hayatının önemli âlimlerindendirler. İdris Beyin hatıralarında anladığımız kadarıyla Zeki Velidi TOGAN’ la Nihal ATSIZ aynı ekolün insanıdır. Nurettin TOPÇU ile taban tabana zıt görüş üzere olurlar. Nihal ATSIZ Anadolu’ya sonradan gelerek bu toprakları Vatanlaştırmış Milletin, Türk dünyasının şubelerinden biri olduğu tezine karşı Nurettin TOPÇU  “Anadolu milleti” diye bir söylem ortaya çıkartır. Yani ne mantıklı bir geçmişi ne de Orta Asya Türk coğrafyasıyla bir bağ kurar. Topçu’nun “Anadolu Milleti” dediği bu coğrafyada yaşayan insanlara ataları olarak Etileri, Sümerleri gösterir. Nurettin Topçu dini konuda da samimi biri olarak lanse edilse de bu gün de örneğini gördüğümüz İslam Sosyalizminin en önemli temsilcisi sayılır. Cumhurbaşkanımızın Necip FAZIL ödülünü verdiği Nuri PAKDİL gibi bir şey. Nihal Atsız’ın “Türk DÜNYASI” gibi bir derdi hep olmuştur. Anadoluculuk fikrine hiç itibar etmemiştir. Bu fikri irfanımıza sunulmaya çalışılmış palyatif bir çalışma olarak görmüş. Türk dünyası demekten imtina eden veya bu gerçeğin karşısında eziklik duyan bir takım ekalliyet meşrepli aydınların yanında durduğu durumdur bu.
            1987’de Turgut ÖZAL, seçim kanunu değiştirecek %36 oy aldığı zaman huzuruna çıkarak “Aldığınız bu oyla anayasayı değiştirme gücüne ulaştınız” deyince ÖZAL eliyle “Sus” işareti yaparak “Senden başka kimse bu hesapla gelmedi” der. İdris YAMANTÜRK bu teklifi yapmasındaki gaye Parlamenter sistemde koalisyon Hükümetlerinin gerektiği kadar Ülkeye faydalı olamadıklarını ima etmek ister. Yapmış olduğu imanın da ÖZAL tarafından anlaşılarak “Sus” işaretiyle uyarılması…
            Halkın feraseti her daim çok önemlidir diyen İdris Bey, Halk adına iş yapma potansiyeli olan her kesimle çok rahat temas kurar. Öngörüleri isabetli olmuştur hep. Mesela 27 Mayıs ihtilalinin faturasının Türkeş’e çıktığını beyan eder. Onun içindir ki TÜRKEŞ’in iktidar olması mümkün değildi der. Sebebi ise, seçmenin üçte ikisinin vicdanına mahkum olduğu için marjinal bir noktada kalması tabiidir. Hal böyleyken bir de Rahmetli Muhsin Bey’in ayrılması Türkeş’in daha da marjinalleşmesine vesile oldu. Kim bilir belki de yüzde bazında bugünkü aralıkta olmasını en başta kendi istiyordu. Öyle bir sonuçta istikrar göstermesi belki kendi isteğiydi. Yanlış anlaşılmasın TÜRKEŞ benim arkadaşımdı. YAZICIOĞLU’ nu da çok severdim. Telefon eder gelirdi, telefon ederdim gelirdi. Ancak “milliyetçilik” toplumun ortak değeridir. Bu adla bir parti olmamalıdır. Tıpkı Atatürk’ün adı veya İslam adının kullanılması toplumu böler ifadesi isabetli olup, gelinen nokta itibariyle kendisini göstermiştir.
            İdris YAMANTÜRK, sağın her yelpazesinde adı saygıya değer olduğu için bu özelliğiyle kendinden bekleneni de yapma gayreti içinde olup nemelazımcı olmamıştır. Muhsin YAZICIOĞLU ve Ökkeş ŞENDİLLER ile defalarca görüşmüştür. Yazıcıoğlu’nun ayrılık hareketini bir türlü anlamlandıramadığını bu bölünmüşlüğün telafisi için TÜRKEŞ ile dahi görüşse de Avukat Galip ERDEM merhumunun telkiniyle fazla üzerine gitmediği kendi beyanıdır. 
            Bu yazının başında beri kalem oynattığımız bütün tespitler ve tahliller, bir asırlık ömrüne henüz son noktayı koymadan, kültür hayatımızda emsali az görülen hatıralarını büyük bir emek ve sabırla kayıtlara geçiren GÜR-İŞ’in patronu, ömür boyu Türk Ocaklı, Süleyman Demirel’i keşfeden, Tevfik İleri’nin bacanağı, Mehmet Turgut’un arkadaşı ve dahası Türkan Ana’nın muhterem eşi İdris YAMANTÜRK’ e minnet şükran ve afiyetler dilerken son sözü kendine bırakalım;
            “Üzerinde yaşadığımız bu topraklar, Malazgirt’te Anadolu’nun tapusunu alanlar ile istiklal savaşında yurdumuza sahip çıkanların bize emanetidir. Bunu başaranlar, yaptıkları işe inanan, insanüstü bir gayretin, azmin ve sabrın sahibi idiler. ALLAH onlardan razı olsun. Bize teslim edilen vatanımızı daha mamur hale getirmek, milletimizi refaha kavuşturmak ve çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak için durmadan çalışmak bir vatandaşlık görevidir.