7 Aralık 2015 Pazartesi

KIRILAN GÜLLER; Eğitimci - Yazar, Sıddık DEMİR

KIRILAN GÜLLER
                                                          Sıddık DEMİR
             Hani şu Rızgarlı Osman Ağa hikâyesi var ya; Osman Ağa’nın üç oğlu vardır. Her bir savaş için padişahın selamıyla bir oğlunu asker verir. Ne yazık ki akabinde çocuklarının şahadet haberini alır. Yine öyle bir savaş için üçüncü oğlunu askere almaya gelenlere; “Söyleyin padişaha benim sülbüme güvenerek ona buna savaş açmasın, çünkü gayri verecek evlat kalmadı.”der.
            Fahrettin Paşa’nın Yemen müdafaasını bilmeyen yoktur. İmparatorluğun kolu_kanadı budanırken, direnenlerden biride bu paşadır. Devletin 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle yenik sayıldığı, dolayısıyla ordularının terhis edildiği talihsiz bir dönemde dahi 1916 dan 1919 yılına kadar, merkezi otoritenin emrine karşı bile direnerek Medine’yi savunduğu bilinmektedir. Denilir ki silah bırakıp teslim olun emrini getiren subayı gözaltına aldırarak haberin yayılmasını engellemiştir. Emrindeki subayların olayı öğrenerek kendisine başkaldırması üzerine, silahını ve sancağını Ravza-ı mutahhara da ancak Resul’üne teslim etmiştir. Böylece tam 400 yıldır kutsal bölgelerin hâkimi olan Türk, Lavrens’lerin ve işbirlikçi Şerif Hüseyin’lerin karşı çalışmalarıyla hâkimiyetine son verir.
           4.Ordu kumandanı Cemal Paşa Yardımcısı Fahrettin Paşa’yı Hicaz Bölgesinin savunması için Yemen’deki kuvvetlerin başına gönderdiğinde, Fahrettin Paşa ‘da emir subayını Yemen birliklerinin güçlendirilmesi için “Rızgarlı Osman Ağa” misalinde olduğu gibi Anadolu’ya asker toplamaya gönderir.
            Gök kubbe hep delinmiş. 
            Gök kubbe hep delinmiş. Her delik etrafında Anadolu insanı, muhafızlık etmektedir. Tamir ve tadilatın yanında her türlü fitne karşısında savaşır. Dalga dalga, gençliğini yaşamadan cepheye sürülen bu kınalı kuzular, bilmem nerede kalır bilinmeksizin “Meçhul asker” tiplemesinde olduğu gibi geride sönük ocaklar ve çorak topraklar bırakarak giderler. Ve çoğu geri dönmez. Asker toplamak için Maraş-Elbistan’a gelen subay, yine her aileye, her köye müracaat ederek toparlayabildiği kadar askerle bin bir perişanlık içerisinde yola koyulur. İstikamet; Maraş’ta ki birlikle birleşerek Suriye toprakları üzerinde Hayfa’ya, oradan da deniz yoluyla Yemen’e intikal etmek...    
            Elbistan’ın Cela kasabasında kasaba imamı Mehmet Efendi’nin de iki oğlundan biri olan “Himmet” Yemen’e hareket eden birliğe gönüllü olarak katılmıştır. Baba Mehmet;  “Vatan müdafaası için seni gönderiyorum. Askerliğini ailemize ve dinimize uygun bir şekilde yapmazsan, bir baba olarak ellerim iki yakanda ve hakkımı helal etmem bilmiş ol oğul” der.
              Fakı Mehmet Efendi imamlığının yanında üç-dört bin kova arıyla da her yıl boyu uğraşır. Balın tamamını köylüye mumunun iadesi şartıyla bedava dağıtır. Böylece oluşturduğu mumu Maraş’ta satarak geçimini temin eder. Kendi çocukları başta olmak üzere köyün gençlerini okutur, bazılarına ise ileri derecede olmasa da Arapça öğretir. Oğlu Himmet bunlardan biridir.
            Yemen’e gidecek olan asker Maraş’ta toplanarak, dağ tepe demeden Şam’a doğru yaya olarak yürümeye başlar. Himmet, askerin mola sırasında mütemadiyen azaldığının farkındadır. Babasının “Hakkımı helal etmem” sözü kulaklarında çınlamaktadır. Şam’dan Hayfa limanına yaklaşana kadar askerin tamamına yakını, üçlü beşli firar etmiştir. Bu durum başlangıçta gönüllü olan birliğin, Hayfa limanına yaklaşana kadar tamamına yakınının kaçması, başlarındaki komutanın işi ciddiye alıp-almamasıyla da doğru orantılı bir durumdur. Komutan istese bir tane bile fire vermeden, belki biraz gecikmelide olsa askeri, ihtiyaç hissedilen cepheye taşıyabilirdi. Demek ki göz yummuştur. Tam Hayfa liman’ına varılır ve kumandan arkasına şöyle bir bakınca yalnızca Himmet’ten oluşan birliği görür.  
            —Gel bakalım evladım. Aylarca beraber yürüyoruz. Buradan astı-üstü kalmadı. Ama bir şey öğrenmek istiyorum. Bütün arkadaşların ayrıldığı halde sen neden o kadar fırsatları teptin. Söyler misin? Himmet; “Kumandanım, babam kaçarsan ve hatta vatan müdafaasında adam gibi olağan üstü gayret göstermezsen hakkımı helal etmem dedi de ondandır, sizi bir adım geriden takip ediyorum” cevabını kumandan alınca, ağlayarak; “Hadi sende git evladım. Gitmezsen seni ben şuracıkta vururum. Fahrettin Paşa’nın karşısına koskoca Maraş-Elbistan cenahında bir kişiyle çıkamam. Bari asker toplayamadım mahcubiyetiyle huzuruna varırsam, bu durumdan daha şerefli olur” der.
            Aynı yolu takip ederek gerisin geri memleketine dönmeye çalışan Himmet, gündüzleri eşkıyalardan ve sıcaktan korunmak için bulduğu müsait yerlerden istirahat edip geceleri yol alır. Kendinden önce dönen tanıdık arkadaşlarından bazılarının karnı yarılmış cesetleriyle karşılaşır kuru çöllerde çoğu zaman. Tedbiri elden bırakmaz ama yinede günde birkaç defa teslim alınarak üzerinde ne var ne yok hepsi alınmış olup çamaşırlarına kadar soyulmaktan kendini kurtaramaz.. Açlık susuzluk da cabası…       
            Silahların sevkinde muhafaza için kullanılan “telis” denilen çuvaldan bir tane bulur ortasını keserek başına geçirir. Al sana elbise… Ayaklar kızgın çöllerin şartlarına dayanamadığı için serinlikte yol alır. Kaybedecek bir şeyi olmamasına rağmen, Arap eşkıyalar tarafından tekrar tutulur. Kendi aralarında geçen konuşmalardan “Şu dereye götürün, karnını açın bakalım altın bulabilecek misiniz.”Gibi konuşmaları çat-pat Arapçası olduğu için anlar. İki kişi koluna girer. Dereye doğru çekerken, Himmet yüksek sesle “Ebu Arap, binti Türk” yani babam Arap annem Türk deyince, bu laf eşkıyanın hoşuna gider ve “O halde serbestsin” derler.
            Babasından öğrendiği çat-pat Arapça ile karnı deşilmekten kurtulan Himmet, dizlerinden yürüyecek dermanı olmadığı halde kendini zorlayarak üç-beş aileden oluşan çadırlara rastlar. Biraz daha yaklaşınca “Bedevi”lerin hanımlarının ekmek yaptığını görür. Kaç gündür aç olduğunun farkında bile değil. Sonuçta nasıl bir muameleyle karşılaşırsa karşılaşsın…
            Olanca enerjisini kullanarak henüz “saç” üzerinde pişmekte olan ekmeği kapar. Kaçmak dahi aklına gelmeden ağzına tepiştirmeye çalışır. O anda bütün kadınlar ellerine geçirdikleri sopa ve benzeri aletlerle üzerine çullanır.  Ekmeği bu kadar zahmetli olarak boğazından aşırır aşırmasına ama yediği sopanın hesabı bilinmez.
            Himmet bir kamyon sopa ve küfür yemesine rağmen, en az iki günlük enerji toplama karşılığı hiç acı hissetmeden oradan uzaklaşır. Gece gündüz yola devam eden Himmet, treni durmakta olan bir demiryolu istasyonuna usulca sokulur. Derken vagonlardan birine yine aynı metotla seğirtir. Meraklı gözlerle de vagondan insan arar. Yük treni olduğuna karar verir. Biraz rahatlar vaziyette köşede bucakta ekmek, su gibi can simidi nevale ararken, öndeki vagonda insan sesi duyar ve kapısını açarak göz gezdirir. Aman Allah’ım! Başında oturan üniformalı-sivil bir grup insan ve önlerinde güzel-güzel yiyecekler. Himmet sorgusuz sualsiz etrafta dikilen silahlı zabitlere bile aldırmadan, masadaki yemeklere iki eliyle saldırarak eline ne geçirirse aşırmaya başlar.  Neye uğradıklarının geç farkına varan zabitler, Himmet’i bir taraftan döverek, diğer taraftan ise ellerini ayaklarını sarmak suretiyle etkisiz hale getirme çabası sürerken; sivil giyimli birinin “Bırakın adamı karnını doyursun. Belki çok perişan vaziyette biridir. Halinden demi anlamıyorsunuz be adam. Unutmayın ki şu an sopa karşılığında yediklerini biz onlar sayesinden tüketiyoruz. Bırakın adamı” deyince; Himmet halen yemeğe devam eder.
             Yavaş yavaş kendine gelince aynı adam sorar, Himmet başından geçenleri anlatır. Adam ağlamaklı, Himmet ağlamaktadır. Tren belirlenen istikamette yol almakta. Anlaşılır ki o adam devleti temsilen içlerinde en yetkili kişi. Kendini döven zabitlere verilen emir üzere, hemen başka bir vagona alınır. Üstü başı temiz elbiselerle giydirilmeden önce, banyo ve traş işlemleri yapılır. Tekrar emir sahibinin huzuruna çıkarılır.
            ­—Evladım biz İstanbul’dan Musul’a gidiyoruz. Gittiğimiz yerde de senin gibi vatan evlatlarından oluşmuş bir ordumuz var. Ben onların hem kumandanı hem de babası olacağım. Seni de yanımda götürmek isterim. Velâkin çok zahmetli bir gönüllü askerlik maceran olmuş. Sen çoktan ailene kavuşmayı hak etmişsin zaten. Hemen önümüzde ki istasyon da trenden ayrıl. Kendini kuzeye vurursan memleketine kavuşursun. Haydi yolun açık olsun, bize de dua edin yeter.” diyerek Himmet’in trenden ayrılmasını sağlar.
          Himmet aylarca süren yolculukta, onlarca serüven yaşadıktan sonra kasabasına yaklaşır. Cela kasabası Elbistan’a bağlıdır. İnsanlar her küçük yerde olduğu gibi bu kasabada birbirlerini çok iyi tanır. Himmet köyüne uzaktan görebilecek kadar gelmiştir gelmesine ama dosta düşmana, dahası “Kaçarsan hakkımı helal etmem” dediği babası Fakı Mehmet’e olayı nasıl açıklar. Bunca zahmetlerle olanca sıkıntıdan sonra Allah’ın kendine tekrar bahşettiği canını kurtarmada ki zorluktan da beter bir durumdur bu. Ya inanmazlarsa. Ya inandıramazsam, gayri babamın ve köylünün yüzüne nasıl bakarım diye kara kara düşünürken bir kayanın aralığında, ki mağremi burada gündüz dinlenip gece eve varmaktır.   
            Tepesinde peyda olan komşuları Abdurrahman  “Himmet vallahi seni görmedim.”sesi ile kendine gelir. Hızla uzaklaşan Abdurrahman’ın ardından “İnşallah beni görmemişindir, inşallah beni yanıltırsın Abdurrahman” demesi bir olur.
            Ortalık kararınca, Himmet zuladan köye seğirtir. Arka kapıdan eve dalar. Anasıyla burun buruna gelince, eliyle anasını ağzını kapatarak sarılır. Gizlice, diğer hane halkı, özelliklede babası duymadan koklaşır, şorlaşırlar. Himmet kendinden geçerek uyur. Anası onunda tembihi üzere, oğlunu bir yorgana sararak yüklüğe zar zor yerleştirir.
            Gerek Himmet gerekse anası o gece öyle bir uyurlar ki… Horozlar öteli saatler geçmiş, güneş bir minare boyu yükselmiş Himmet yorgana bile sarıldığının farkında olmadan, destursuz eve girerek yüksek sesle “Gözünüz aydın Ayşe teyze, Himmet askerden gelmiş. Dün Abdurrahman karşı kayalıkların orada saklanırken görmüşte ben de gözün aydın demeye geldim.” Sözleri üzerine ev halkı ve Himmet’te uyanır. Himmet’in ikna kabiliyeti ve doğrularına yürekten inanan babası Fakı Mehmet oğluna “Hakkımı helal ettim oğlum, sana inanıyorum. Çok ağır laf etmişim. Esasında sen beni bağışla, seninle gurur duyuyorum. Velâkin benim öyle söylemem lazımdı. Senin de canın pahasına da olsa böyle davranman gerekirdi. Ortada samimiyet olunca Allah canını bize bağışlamıştır.  Kul samimi olursa Allah sırtını padişahlara bile üfelettirirmiş. Padişah dedim de anlatayım;
            Bir zamanlar, haftanın belirli gününde başta veziri olmak üzere yüksek memurlarının bir gün boyunca göz önünde kaybolduğunu gören Padişah; tebdili kıyafet üzere takibe çıkar. Toplu olarak hamamın birini kapattırarak cümbüş yaptıklarını tespit eder. Onlar hamama girince kendiside varır kapıyı çalar. Israrla, “şöyle bir köşede girer çıkarım” talebini görevli senin gibi ihtiyar ve fakir birini daha aldım. Şu köşede sessizce işinizi görün. Gürültü yaparsanız hemen atarım dışarı uyarısı üzerine içeri girer.
            Bir köşeye geçer ki, önceden alınan ihtiyar adam da var. Selam kelamdan sonra ihtiyar “Evladım sırtını dön de keseleyim” der. Padişaha sıra gelince, padişah bir taraftan ihtiyara kese atarken, diğer taraftan da “De bakalım babalık şu yan tarafta şatafatla eğlenen insanlar kim? Niçin koca bir hamamı kendilerine tahsis etmişler. Üstelik her türlü rezillikte cabası. Padişah bu olanı biteni hiç mi görmez, hiç mi duymaz” deyince ihtiyar; “Boş ver oğul demeyeceğim ama yapacak bir şey yoksa boş konuşma oğul derim. Sen samimiyetten ve doğruluktan ayrılma, öyle olunca da Allah sırtını padişahlara keselettirir.”Deyince padişah ürperir.
            Fakı Mehmet, bu fıkrayla anlatmak istediğini bir güzel anlatmanın vermiş olduğu zevkle “İşte öyle bir şey komşular” der. // Not: Bu hikâyede adı geçen “Himmet” ünlü şairimiz Abdurrahim KARAKOÇ’un babasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder